Saturday, November 6, 2010

Prag (Masal Şehir)

0. gün Eskişehir -İstanbul
2010- Kurban Bayramının 9 gün tatil olmasını fırsat bilerek başlamıştık planlara. Eskişehir otogarında tüm ailenin uğurlaması ile başlamıştı İstanbul’a olan yolculuğumuz. Belki de tatilin en yorucu kısmı Türkiye ayağıydı.  Sabaha karşı İstanbul’a varış ve Atatürk Havaalanındaki uzun bekleyişimiz başlamıştı.  Check in açık olup olmadığını duyuru panolarından takip ediyorduk. Sabah 4’te açılacaktı! Metal sandalyelerde bekleyişimiz saatler sürecekti.Hâlbuki duyuru panolarını okumaktansa “benim en sevdiğim metot olan”, sorma, danışma metodunu kullanmamız gerektiğini bir kez daha acı bir şekilde anlayacaktık. Check in geldiğimiz saatten beri açıkmış ve çoktan üst kata çıkıp bankaların ücretsiz dinlenme salonlarında kahve, meyve suyu, kahvaltı ve rahat kanepelerin tadını çıkarabilirmişiz.





1. gün
Eşim de ben de öğrencilikte yurt dışı seyahatleri yapmıştık ama birlikte olan, Kıbrıs’ı saymazsak ilk  yolculuğumuzdu. İkimiz de çok mutlu ve heyecanlıydık. Bedava millerimizi kullanıyor olmanın da keyfini yaşıyorduk, fakat uçakta ayrı sınıflardaydık. İkimiz de cam kenarında kalmak istediğimiz için ayrı koltuklarda oturmakta sıkıntı yoktu. Ayrıca hemen yanıma oturan Hollanda Türkiye büyükelçisi ve eşiyle tanışmak da güzeldi.  
Uçakta verilen ikramların da türünü seçerken hayli düşünmüştük bileti almadan önce. Deniz ürünleri miydi, Vejetaryen miydi? Nihayetinde herkese gelen hemen aynı kap yemekti. Doymuştuk önemli olan buydu.
Ve işte gelmiştik, iniş başlamıştı. Yerleşim o kadar seyrekti ki, gördüğüm evler Prag mıydı, yoksa köyleri miydi hala anlayamadım.
İşte minik ve huzurlu havaalanına inmiştik. Kargaşa ve kalabalık yoktu. Kasım ayındaydık üstelik, ancak hava bize hoş geldin diyordu, şaşılacak derecede güneşliydi. 5-10 dk lık otobüs durağı ve İngilizce bilen insan arayışımızdan sonra evet doğru otobüsteydik. Ve günün en güzel anlarından olan belediye otobüsü yolculuğumuzda, şehrin manzaralarını izliyorduk. Uykumuz açılmıştı. Her şey yüksek çözünürlüklüydü. Nedendi? Binalar, doğa her şey, her renk çok fazla netti. Cevabını yol arkadaşım bulacaktı. Güneş binanın yan yüzeyine tam dik geliyordu bu mevsimde, bu coğrafyada ve bu saatte.
Tren garında indik ve otelimizi bulma maceramız başladı. İşte tur şirketine bağımlı olmamanın en keyifli kısmıydı harita karıştırmak kısmı. Tabi benim için insanlara sormak, onların tepkilerini ve ne kadar yardım etmeye gönüllü olduklarını tartmaktı keyifli olan. Her ne kadar, yol arkadaşım her seferinde onun muazzam harita okuma ve yön bulma yeteneğine hakaret ettiğimi düşünse de, ben işin eğlencesindeydim aslında. Masal sokaklarda başladık yürümeye, kendimi oralı hissederek ve kendimi daha bir hiçbiryere ait hissederek. Her gördüğüm kulede işte bu ! Oldtown’a geldik işte ! diyerek. Her kulede bir astronomik saat arayarak yürüdüm. Birlikteydik yol arkadaşımla, ikimiz de heyecanlıydık ama farklı dünyalar görüyorduk belki…
Sonunda büyük Stara Mesto (Eski Şehirdeydik), evet bizi karşılamak için sokak konserleri veriyorlardı sanki.
Burası tam bir müzik ve sanat kentiydi. Yol arkadaşım binaların üzerindeki tüm detaylara takılmıştı, o minik minik bir sürü heykelciğe, bense manzaranın bütününe takılmış kalmıştım. Kulelerin ihtişamına, gökyüzüne, her şeye…
Meydandaki klasik arabalar, faytonlar, müzik gurupları, tyn kilisesi ve her şey bizi kendine vakumlamıştı adeta.
Güzel otelimizi bulduk, Orta Çağ Avrupa’sından kalma bir konaktı sanki, ahşap merdivenler, masif mobilyalar, muhteşem kızıl renk mermer bir banyo, kristal avizeler. İşte klasik tarzın güzelliği, sıcaklığı dedik. Çağımızın düz hatlı modern tasarımları ne kadar da ruhsuzdu ve mutsuzdu. Halbuki kristal avizemiz ne kadar da mutluydu.
24 saat uykusuz kalmıştık, hava çok güzeldi ama bacaklarımı hissetmiyordum. Öğlen 12’ye kadar dinlenme kararı aldık.
Uyanır uyanmaz doğruca Prag Kalesi bölgesine yola çıktık, Yürüdüğümüz tüm yollar ve Charles Köprüsü aklımızı almıştı, tüm yorgunluğumuzu hatta Ankara’da vize için sabahladığımız günün acısını bile unutmuştuk.
12. , 13. Yüzyılın şahitleri ile konuşuyorduk, sohbet ediyorduk her adımımızda. Hava güneşliydi ama burası meşhur Bohemia krallığıydı, her şey esrarengiz ve masalsıydı. Charles köprüsünde bir süre haşmetli Vltava Nehrini seyrettik. Boğaz kadar mıydı ? Ve üzerinde ayna yansıması misali bir sürü köprü süslüyordu nehri gerdan gibi… Taş yapıların rengi karanlıktı, Charles da kararmış, ve Katolik kiliselerinin Gothik Mimarisi aklımızı başımızdan almıştı.
St. Vitus kapanmıştı ama sadece çevresini gezmemiz belki 40 dk sürdü. Bunu yapanlar çıldırmış olmalıydı. Tek kelimeyle çılgıncaydı.
St. Nicholas kapanmıştı, ama olsun kilometrelerce yürüsem doymazdım zaten bakmaya. Yavaş yavaş hava kararmış, karnımız da acıkmaya başlamıştı. Ştara Mesto’ ya aynı yoldan geri döndük. Hemen meydandaki astronomik saatin yanındaki muhteşem pizzacıya giriverdik. Harikaydı, hala neden 2. Ye gitmedik diye düşünürüz. Sonra elimize tutuşturulan onlarca konserden konser seçmeye çalıştık. Orkestralar birbiri ile yarışıyor, rekabete giriyordu. Konserler Eskişehir’deki gibi 1 lira -2 lira değil 50 ile 100 lira arasındaydı ama konser salonları doluydu.
Belliydi ki bu topraklar müziğin, klasik müziğin doğduğu topraklardı.
Biz sokak konserlerini tercih ettik o gece.
2. gün
Ertesi gün mükemmel kahvaltımızın ardından yine başladık sokakların güzelliğinde kendimizi kaybetmeye, bu sefer St. Vitus’un içini görecektik.
Bu arada kahvaltıda pastırmalı kuru fasülye yiyen amca ve teyzelere de tüm kahvaltım boyunca dik dik bakmaktan kendimi kurtaramadım.
Bir önceki günkü keşif sırasında merak ettiğimiz her deliğe girdik. St. Nicholasta Mozart’ın bestelerini yaptığı kilise orguyla birkaç poz aldıktan sonra kale bölgesine doğru tırmanmaya devam ettik. Kale bölgesini rehber eşliğinde gezdik. 30. Yıl savaşlarını ve Ortodoks- Katolik savaşlarının doğduğu topraklardı buralar.
Mehmeti St.Vitus’dan koparmak kolay olmadı, her köşesini kaydetmeye sindirmeye çalışıyordu. St. Vitus içindeki kuleye de tırmandık tam 250 basamaktı ve kuleler şehrine bir de tepeden baktık. Mevsim dolayısıyla saray bahçelerini göremeden geri döndük. Dönüş yolunda Kampa Adasını (Küçük Venedik Bölgesi) ve John Lennon duvarını gördük.” Love Wins” yazısı önünde benim ısrarlarım üstüne birkaç poz çektikten sonra yola devam ettik. Köprüyü geçmeden Vlata’yı seyredebileceğimiz güzel, yeşil parklarda dinlendik.
Hava düne göre daha bulutluydu. Akşam nereye gitseydik? Hum.. el rehberimizde tavsiye edilen geleneksel yemekler yapan bir lokanta bulduk.  Sarımsaklı ekmekler, haşlanmış ördek (çömlekte bir sürü, türlü türlü etle birlikte), tavuk şnitzel akşam yemeği menümüzü oluşturuyordu.
Hemen yemekten sonra konser salonlarını gezmeye başladık. Dün düşündüğümüz gibi Belediye Konser Salonu ve Rudolfinum’a gittik. Rudolfinum kapalıydı. Ardından Belediye Konser salonunu şöyle bir gezdik, görkemini gördük ve çıktık.
3.gün
Ve son günü Mozart müzesine ayırmıştık. Sabah yine harika bir kahvaltının ardından (Savic Hotel’e şükürler olsun ki akşama kadar acıkmıyorduk) Mozart Müzesine yola koyulduk. Orası da tadilattaydı. Ve hava çok kasvetliydi. Evet, işte bohemia buydu J. Bu havada Prag’ın içini gezmek de çok keyifli olmayacağından Karlovy gezisi konusunda Mehmet’i ikna etmem çok zor olmadı. Hemen otogara koştuk ve yola koyulduk. Yine korkunç karanlık havada Karlovy’e vardık.
İsabetli bir karardı. Karlovy'de hava kapalıydı evet ama Prag kadar karanlık ve korkunç değildi. Yağmur durmaksızın çiseliyordu, biz yeşil güzel tepelere yerleşmiş insanların hayatlarını düşünürken. Şehrin ortasından geçen çayın kükürt rengi ve sağdan soldan çıkan buharlar tüm şehri kaplıca havasına sokuyordu. Zaten Atatürk’ün de kaldığı bir sürü kaplıca vardı şehirde. Ne adamdı, kaç kişi bilirdi dünyanın zenginliklerini ondan başka, o dönemde… Ya biz! Elimizin altındaki dipsiz bilgi kaynağında boğulmamak için çırpınıyoruz. (Her gazete sayfasının, ana sayfasında magazine dalmaktan, lopezin kocasından, Kate Moss stilinden gözümü alabildiğim vakit değerli bilgiyi aramaya başlayabiliyorum.)
Karlovy’ye dönersek;
Evet soğuktu ama Eskişehirim’deki sıcak sular bölgesindeki gibi insanın içini ısıtan görüntüler vardı. (İlk kez Avrupa gören turistlerde bu benzetme meselesi illa ki oluyor. Geçen aylarda işyerinden bir arkadaş Ukrayna’ya gitti. Başladı anlatmaya orası bizim Urfamız, Kiev Ankara, Şurası bizim Zonguldak oluyor falan filan….  Benim ilk çıkışım değil ama olsun yapacaz Türklüğümüzü.)
Birkaç hediyelik alıp, dönüş yolunda meşhur becherovka uğruna su boyundaki güzel pastanelerden birine oturduk. Tarçınlı tart eşliğinde likörlerimizin tadına baktık. Becherovka kesinlikle kışlıktı. Viskiye kıyasla içimi rahattı. Sevdiğimse tarçın ve karanfil kokusuydu.
Akşam 3 saat yoldan sonra tekrar pragtaydık, açtık, ve meşhur bira fabrikalarını (brewery) görmek istiyorduk. Sora sora mı bulduk, adresten mi çıkardık hiç hatırlamıyorum ama Wenceslas (Vaslov da deniyor, isim karmaşası olmasın, ben çok yaşadım:) Meydanındaydı. Meydan 1960’lardan 1990’lara kadar pek çok siyasi kargaşaya tanık olmuştu. 14. Yy da meydan at pazarı olarak kullanılıyormuş. Geçmişte 400.000 kişinin toplanabildiği tespit edilmiş olan meydana bulvar demek daha doğru aslında. Ulusal Müze’de bu meydanın sonundadır. Gitmek isteyenler için ulusal müzenin hemen önünde metro durağı olduğunu da not edeyim. Bizim gezmeye vaktimiz olamadı.
Gelelim brewery’ye; çok geniş bir alana yayılmış bir pub diyebiliriz. Hemen iki kişilik bir masa kaptık, Ben makarnamı söyledim, Mehmet daha bonfile. Öncesinde taps istedik. 4 küçük bardak biraydı taps dedikleri, muzlu, zencefilli, çikolatalı, tarçınlı olmak üzere her biri farklı aromalarda.
Sonrasında birer de bira söyledik en safından. Gerçekten organik bir şey içtiğimizin farkına vardık. Alkolden çok malt tadı alıyorduk. Tadı damağımızda…
Başımızda akordion çalan, bizi eğlendiren beye bahşiş vermeyi ve yan masamızdaki ergen gurupla dalga geçmeyi ihmal etmedik son gecemizde. Hediyelikçiler sokağına girip kristal kuş almayı da unutmadık. Kuş ve civciv yuvası…
Ve son gecemizde avare avare dolaştık sokaklarda, staro mesto meydanında… Meydana dağılmış içip, eğlenen müzik dinleyen insanların rahatlığına gıptayla bakarak ve Türk insanın stresinin agresifliğinin sebebini düşünerek dolaştık. Son kez köprümüzü Charles’ı görmek istedik. Belki bir saat izledik, geleni geçeni, şehrin ışıklarını, barut kulesindeki korkunç heykelleri ve diğerlerini… Mimar değilim ama gotik demek, ürkütücü demekti evet!
Bir daha o sokaklarda iz bırakabilmek hayaliyle geri döndük otelimize. Sabah yolculuk Köln’e idi.
Özetle;
  •  Prag'ı görmeden ölmeyin.
  •  Savic Oteli kesinlikle değerlendirin. Fiyatına göre mükemmel hizmet ve konuma sahip.
  • Tarihi bölge olan kale bölgesinde veya Stara Mesto'da konaklayın. Ortaçağ Avrupasını ciğerlerinize doldurun.
  • Paranız kısıtlı ise bot turu yerine kulelere çıkmayı tercih edin.
  • Kilise konserlerine katılın ve kilise orgunu dinleyin.
  • Vakit bulursanız Karlovy Vary ziyareti mutlaka yapın.
  • Brewery'ye (Bira fabrikası, lokanta ve pub) gidin. (Nove Mesto civarında 1 tane var.)
  • Bira ile sirkeli sarımsaklı kıtır ekmeklerden isteyin.
  • St. Vitus kalesinde(sarayında) 'da rehber tutup tarihi dinleyin. Kulesine çıkın.
  • Staro Mesto'daki astronomik saatin törenin dinleyin. Bu arada sokak şarkıcılarını dinleyin.
  • Charles köprüsünde gündüz, gün batarken ve akşam olmak üzere değişik saatlerde vakit geçirin.
  • Prag'a dolu dolu 3 günden az zaman ayırmayın. Eğer vaktiniz sınırlı ise tur şirketlerinin götürdüğü Dresden turuna sakın katılmayın :)



2 comments:

  1. Öncelikle hayırlı uğurlu olsun. Blog aslında sanal bir dostur. Umarım sağlam bir dostluğunuz olur. Biz (lord & büklüm) bir gün sizin gibi bir blog açalım mı diye başladık. İlk başta niyetimiz bilgiyi bulutta tutmak ve bloggeri kullanımını öğrenmek ve seo yeteneklerimizi geliştirmekti. yani bir karalama defteri gibi kullanıyorduk. sonra sahibi olduğumuz siteleri devredip forumumuzda kapanınca elimizde bir blogumuz kaldı.dedik blogu kullanıma açalım, baktık ki insanların ilgisi var devam ettik.
    şimdi gelelim sizin blog hakkındaki önerilerimize tabi bu görüşler tamamen kişiseldir ve kişiye göre değişebilir.
    1-ilk kısım http://imgur.com/buHih
    2-yazılarınızı devamını oku şeklinde kesilmeli
    3-yazılarınızı tr dil bilgisine uygun yazmaya özen gösterin bunun için yazılarınızı yazdığınız panalde ABC yazı denetle özelliğini kullanabilirsiniz.
    4-blogculukta devamlılık esastır yani iki yazı sonra sıkılıp bırakmamak gerekir.
    5-blogun bir ana konusu ve alt konuları olmalı, mesela sizin blogun ana konusu gezdiğimiz yerler ise alt konu dünyada gezilesi yerler ve buraların resimleri + cevabını bulduğum faydalı bilgiler olabilir , örnekler çoğaltılabilir.
    6- bir söz var " twit aptallar,face çocuklar, blog üstadlar içindir" diye zamanla bu düşünceye %100 katılmasamda ne demek istediğini anlaşılıyor.
    bu arada prag ve kıbrısa bende gittim, nerede prag orada bırak...:)

    ReplyDelete
  2. Prag tavsiyene uyucam, ilk yurt dışı planımı oraya yaptım. Başarılı ve faydalı bir yazı olmuş. Gitmek nasip olursa dönüşte bende fikirlerimi paylaşırım.

    ReplyDelete