Sunday, September 14, 2014

Tren Yolculukları- Gitmek için Gitmek

Ne şanslıyım ki çok güzel bir Tren Garı olan Eskişehir'de doğdum ve büyüdüm. Tam kendi kendime tren başka bişey diye düşünüyordum ki aklıma çevremizde pek çok kişinin ömründe hiç trene binmediğini düşündüm. Anlatasım geldi.

Tren çok başka bir dünya. Her mevsim ayrı tadı var trenlerin ve garların. Bir kere otobüs terminali gibi şehrin dışında olmaz garlar, tam da göbeğinde olur. Vuud, vuuuud yapan kornası, cısss tık, cısss tık sesi, sizi hafif hafif beşik gibi sallaması, kocaman manzaralı camları çok keyiflidir. Camları açıp kafanı sarkıtması, rüzgarı hissetmek de ne harikadır. Bir de nedense tren yolları hep daha yeşillik yollardır, karayolunun aksine... Daralır, genişler, tünellere girer, pencerenize ağaç yaprakları bile çarpar. Birbirine bakan dörtlü koltuklarda, sohbetler etmek, yollukları paylaşmaktır trene binmek.
Ayrı bir kültür. Hele kompartımandaysanız bir süreliğine eviniz ailenizidir orası. Bazen pistir, değişik kokar ama sevdiği zaman hiçbir kusuru görmeyenlerdenim ben. Hatta o tuhaf motor yakıtı ile karışık kokuyu seviyor bile olabilirim.
Eskişehir-İzmir; Eskişehir-Kütahya, Eskişehir-İstanbul, Eskişehir-Ankara; Eskişehir-Adana hepsini çok severim ama en çok da Eskişehir-İstanbul anım vardır.  Ben 7 yaşındayken babamla annem yaptırmıştı ilk İstanbul gezimi bana. Günübirlik bir kültür turu yapmıştık. Canım annemin hazırladığı yolluklarla öğün geçirdik. Günün sonunda Topkapı, Sultanahmet, Ayasofya, Gülhane yi kapsayan tarihi yarım ada turumuz bitmişti. Babamın TCDD nin lokomotif fabrikasında çalışmasının payı da var tabi tren düşkünlüğümüzde.
Gece yarısı binip sabah İstanbulda işe yetişmelerim, makul bir saatte bindiğim halde kardan tıkanan yollar yüzünden gece yarısı İstanbul'a varmalarım hepsi unutulmaz anılar. Tren camlarına bir yağmur damlası vurur bir de gözyaşı bazen... Bazen de buz tutmuş camların Adana yolunda, Toroslardan indikçe nasıl da eridiğine hayran kalırsınız. Her seferinde yol arkadaşlarım olur. Her arkadaşımın dünyasına girer çıkarım uzun sohbetlerde. Teyzeler peynir, ekmek domates ikram eder. Tekli koltukta da olsanız asla yalnız hissetmezsiniz. Sabaha karşı uyku serinliği içindeyken, güneş sevgiliniz olur ve ısıtmaya başlar sırtınızı. Uykusu da huzurludur trenin. Hem de çok ! Otobüse el sallayan çocuklar göremezsiniz bir kasabadan geçerken, ama trene el sallar çocuklar oyunlarının arasından. Onlar da bilir trenin bir ruhu, kişiliği vardır.

Hep sorarlar ya gitmek mi kolay, kalmak mı ? Benim için gitmek hep daha kolay oldu. Gittiğin yer yenidir, yeni insanlar vardır ve artık yeni bir dünyan vardır. Kalansa anılarıyla öylece kalakalır ona bıraktığın dünyada. Gezmeyi seviyorum çünkü ,herkes aslında camdan baktığını sanarken, sen sırtındaki bohçayı açar bakarsın bütün geçmişine, bugününe ve hesap yaparsın yarınlar için. Bir de gitmiş olursun işte. Gitmek için gitmişsindir.

Şimdilerde geçmişi ve geleceği daha az düşünmeye daha çok anı yaşamaya başladım. Zaten kendimle baş başa kalabildiğim anlar kısıtlıyken onları de geçmiş ve geleceğin yüküyle ezmiyorum. İpek bu duruma şöyle diyor. " Men Büyüdüm !" :)

Bir öğrencinin her zaman ayakkabılarını çıkarıp ikili tren koltuğuna uzanma şansı vardır. Ama yetişkinin ayakkabı çıkarması pek de hoş görülmez. Sanırım artık ayakkabımı çıkarıp koridora doğru uzatamam. Cama doğru, bi ihtimal ! Öte yandan bir yetişkinin yemekli vagona gidip bişiler içip, çerez yemek için bütçesi daha rahattır. Demek ki büyüsem de tren hala canımdır. Piyangodan para çıksın işi bırakıp interrail yapacam. Buraya yazıyorum !

Dip Not1: Çok ufak yaşta dayım ve teyzemle yaptığım bir Kütahya yolculuğunda Alman evlerine benzeyen istasyonları sormuştum ve dayım onları hitlerin yaptırdığını, buralarda insanları sabun yaptıklarını söylemişti. Beni korkutmak istediğini sanmıştım. İnanmamıştım. Yıllar sonra anlayacaktım, Türkiyede olmasa da söyledikleri doğruydu.

Dip Not2: Haydarpaşa'ya dokunmasınlar lütfen. Kullanılmadığını düşünmek bile istemiyorum. Boğazım düğümleniyor.

Thursday, September 4, 2014

Oyuncak Seçmek

Nasıl bir tüketim çılgınlığı içinde olduğumuz aklımdan hiç çıkmıyor. Zaman zaman ben de bu çılgın akıntıya kapılıyorum. Bu çılgınlık bebek ve çocuk bakımı konusunda devleşmiş durumda. Doğumdan itibaren steril makinaları, süt sağma makinaları, telsizler ıvırlar zıvırlar. Bin çeşit kıyafetler, battaniyeler, oyuncaklar. Tek bir çocukla bile ev öyle bir hale geliyor ki koca bir oda dolap yaptırmak gerekiyor. Sonra küçük evlerde yaşayamaz hale geliyoruz. Kısacası hayatı kendi ellerimizle zulme çeviriyoruz. Sonra da gereken parayı kazanmak için çok çalışmak zorunda kalıyoruz.
Konu çocuk ve bebek olunca bütün akan sular duruyor.Özel aşılar, özel mamalar, özel vitaminler derken bebeğiniz büyüyor, biti kanlanıyor. Yerinde duramayan bir afacana dönüşüyor. Ve bir oyuncak çılgınlığı başlıyor. Piyasada haddinden fazla gerekli gereksiz çeşit var. Aklımdan hiç çıkmayan bir söz var. En güzel, en geliştirici oyuncak anne babanın yüzüdür. Yani herşeyden önce birebir zaman geçirin, birlikte oyunlar oynayın... Dönüp dolaşıp anneannem metodlarına geri dönüyoruz. Ben de tekerlemeler, maniler, ninniler ezberledim. Uzun süre İpek Ece'ye çok fazla oyuncak almamaya çalıştık. Dans ettik, hopladık, zıpladık ama oyuncağa boğmadık. Oyuncağa boğmamış halimizle bile sadece hediye gelenlerle kocaman bir oyun odamız oldu. Ben de oynamadıklarını, sıkıldıklarını veya yaşının üstünde kalanlar topladım kaldırdım. O karmaşada boğulmasın diye... Bu karmaşa aynı internetteki gibi. Heryer bilgi ama gerçekten ulaşmak istediğim nerde ?
Günün sonunda en çok oynadığımız oyuncakları listelemek istiyorum.
1) Kutuya şekilleri attığımız bir çeşit lego
1. yaş günü hediyesi olarak Leyla Teyzemizden gelmişti. Uzun süre bizim yardımımızla oynadı. Şekilleri eşleştirdi, renkleri öğrendi. Sonra tek başına bulmacayı çözmeye başladı.




2)Büyükten küçüğe halka dizmece; Yaş büyüdükçe halka sayısı fazla olanlardan alabilirsiniz. Özellikle yaş küçük olduğunda sesli ışıklı başlığı çok hoşuna gidiyor. Bu da Ayşegül Teyzemizden.

3) Balık tutmaca: Karton üzerindeki mıknatıslı balıkları yine mıknatıslı olta ile tutuyoruz. Balıklar karton üzerinde puzzle gibi tekrar yerleştiriliyor.
4) Vazgeçilmezimiz mıknatıslı yazı tahtası: Kalın uçlu kuru boyalar da aldık ama yazı tahtası favorimiz.
5) Çekiç oyunu; 2 . yaş günü hediyesi olarak almıştık. İlk aldığımızda ne çekici tutabiliyordu ne de vurabiliyordu. 2 hafta sonra Eskişehir'den annemlerden döndüğünde çekiç ustası olmuştu kızım. Ki orda hiç oynamadı. Eller gelişiyor. Şekilleri, üçgen, kare, yıldız vb öğreniyor. Renkleri pekiştiriyor.
Fiyatı da çok yüksek değildi. Yani o çok pahalı hepsi bir arada aktivite masalarından aldığınızda çocukların kafası karışıyor. Neye saldıracağını şaşırıyor ve bir süre sonra sıkılıyor. Moda tabirle AZ ÇOKTUR. (Bu sözü tüm benliğimle özümsemiş durumdayım sanırım. Az makyaj yap, sade giyin, az olsun öz olsun vs vs. Yemeği bile az tuzlu, baharatsız sever oldum.)
6) Ahşap çiftlik; ahşap hayvanlardan hikayeler uyduruyorum. Çok eğleniyor.  (Köpek koyunu kovalamış, horoz tavukları toplayıp kümese sokmuş, akşam olmuş vs vs...)
7) Tatildeyken bile sayıkladığı OYUN HAMURLARI son aşkımız. Amuuu, amuuu annneee amuuu oynacam. Sabah gözünü açar açmaz " amuur saatiii" diyor.
İyi ki varsın güzel kızım. Hayat enerjim.
Pedalsız bisiklete yeni binmeye başladı. Pedallıyı ise çeviremiyor. Pedal çevirme yaşı 3 yaşmış.
Aşağıda da henüz oynayamadığımız ama bence el becerisi için çok faydalı bir nevi dikiş seti var. 3 yaşı bekleyeceğiz sanırım.

Wednesday, July 16, 2014

Mis Kızım!

2 gündür iftar yemeklerine gidiyoruz. Sen akşam serinliğinde bahçelerde koşup oynuyorsun. Çok mutlu oluyoruz. Bütün gün evde sıcakta sıkılıyorsun. Akşam eve geldiğimizde mutlaka bir aktivite gerekiyor. Havuz, bisiklet veya paaark !
Dün evden çıkarken, kutuda duran yeni ve bir numara büyük ayakkabılarını giymek için inatlaştın. Pes ettik. Düştün ! Sonunda değiştirmemize izin verdin, küçük hanım.
Haftasonları da deniz, kum gibi Antalya nimetlerinden faydalanıyoruz.
 
 

 
 

Monday, July 14, 2014

Büyümüş MÜŞ!

Büyümüş de, dışarı çıkmaya karar vermiş. Kendi kendine çıkacakmış. Salondan dış kapımız görünüyor. Kapının önüne geldin. Büyük bir kız gibi kasıla kasıla... "anneee men dıçayı cıcıyoyum. bay baay " dedin. Bay bay derken çok sakindin.
Ben bile evden çıkarken babana bu kadar soğukkanlı, "ben çıkıyorum" demiyorum yani. O kadar havalı :)) 2 kelimelik cümle, 3 kelimelik cümle sayarken bunu duymak beni şoka soktu.
Devamında ayakkabılıktan ayakkabılarını aldın bana doğru getirdin tabi. Napacan bakalım diye merak ettiğimden giydirdim. Kapıya yöneldin. Kulbuna yetişmeye çalıştın. Olmadı. Birşey demeden mahsun mahsun gözüme baktın. Çıktık beraber.....
Sonuç olarak büyüdüğünü gösterme çabası içindesin. İyi de mağdem çişini niye sağa sola yapıp geziyorsun be kızım. Halıları topladım. Koltuklar da yıkamaya verilmez ki. Sen söylüyordun çişini. Neyin inadı bu ?

Friday, July 11, 2014

Sınırlı Saatler

Akşam, balkonda beni bekliyorsun. Papatya saçlı, küçük surat balkon duvarının üzerinden kendini göstermeye çalışıyor.  Arabamızı gördüğün anda "Anneee" diye çığlık atıyorsun. Ben o çığlığı duyunca herşeyi unutuyorum. Bütün telaşeleri, kaygıları herşeyi.
Akşam pek bişey yemek istemedim. Baban atıştırdı. Önce ikiniz havuza girdiniz. Ben evde dinlenmek istedim. Sonra baktım olmuyor. Ben sensiz dinlenemiyorum. Yanınıza geldim. İlk defa kollukla bize tutunmadan yüzdün. Bir de havuzun suyunu yutmasan, tam olacak.
Bazen işi gücü bırakıp evde oturmak istiyorum. Paranın ne anlamı var ki. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz saatler bu kadar kısıtlıyken. Zenginlik azla yetinmektir.
 
Babanla biraz oynasan dönüp bana " anne özledim" diyorsun. Benimle biraz oynasan aynı şekilde bana... Böylece artık vakit geçirmeye doymuş olduğun tarafı "giiit", "giiiit" diye kovmamış oluyorsun. :) Sen masum bir bebek de olsan,  incitiyor "giiit, giit" demen. Bir taraftan da bu kadar düz mantık olabilmek, dünyaya senin gözünden bakabilmek istiyorum. İhtiyacın varsa "gel", yoksa "git". Bu kadar basit işte.

Wednesday, June 11, 2014

KADIN ve TRAFİK

Bak kızım.  Bir kere bizi nörolojik, fizyolojik ve psikolojik açıdan eksik gören erkeklerin hala çoğunlukta olduğu bir toplumda bir kadının asla park sensörü kullanmasına gerek yoktur.
Geri vitese taktığın anda karşına  illa ki bir sözde centilmen çıkar. Sözde diyorum çünkü özünde bizi küçümsediğinden yardım eder. Abla gel, abla gel, gel, GEL diye gittikçe artan bir sesle bağırır. Sonra artık cinsine göre "ağar ol", "hoop" veya eliyle dur işareti yapar. "Topla topla topla" der... Ve işte bittiii. Park ettin. Ben bu tiplere çoğu zaman sinir oluyorum. Benim park sensörüm var arkadaş, sağol kendim gayet rahat parkedebiliyorum diyesim geliyor. Yine de kibarca teşekkür edip ayrılıyorum. Centilmenliktense tamam, yardımı kabul et. Ama ben bu adamlarda, hep bi hafiften küçük görme hissediyorum.
 
En unutmadığım iltifat; "Bir kadın için zeki sayılırsın."  Ne demek şimdi bu ? Zekisin ama genelde kadınlar pek zeki değildir. Yani sen kötünün iyisisin. Yani "ben senden daha zekiyim".
 
Belki de çok normal. Kadının yok sayıldığı bir devrin üzerinden daha 100 yıl bile geçmedi. Biraz erken mi çabalıyoruz "biz de varız" demek için. Biz de varız demek zorunda kaldığın anda da, al sana. Hırçın, kaprisli, çokbilmiş KADIN ! Geçmiş olsun, damgayı yedin.
 
Kadınla erkek bir midir ?Değildir. Olmasın da zaten. Olsa iyi olmazdı. Eksiklerimiz var da, fazlamız hiç mi yok ? Bence çok.

Bizim tek bir kurtuluşumuz var. Birbirimize arka çıkmamız. Aynı erkekler gibi.
 
Bizim cinste eksikliğini hissettiğim tek bir konu var. O da birbirimizi tutmamamız. Bense en alakasız ilişkim olan kadını bile mevzu kadın/erkek olduğunda savunuyorum. Savunuyorum da, ne fayda ki ! Bilmem...
Mesela, bir bayanın gerçekten tuhaf giyindiğini düşünsem bile, yanımda dile getirilmesinden rahatsız olduğumu söylüyorum. Sen o tuhaf giyindiğini düşündüğün arkadaşını çok gerekirse git yüzüne karşı uyar. Kötü olmayı göze al. Ama sakın erkeklerle iş birliği yapma. Arkanı döndüğün anda seni de konuşurlar. Bir sebep bulurlar.
Bil ki bu var olma savaşında hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz suya düşeriz. Yükselirsek de hep birlikte... Canım kızım, inşallah değişir dünya. Bence değişen bişey yok gibi. Eskiden kadın yoktu. Şimdi var mı ? Var da süslü, püslü gıcık bişi işte ! Fazla da kafası çalışmaz.

Büyüdüm Büyüdüm

Ritüllerimiz...
  • Her yemekten sonra elini eyvallah yapar gibi göğsüne vurup "doydu doyduuu" diyoruz. Dudaklarımızı büzüştürmeyi de unutmuyoruz. Otel tatilimizden kalma alışkanlık. Dedemiz her sofradan sonra doydum dediğinde "tamam, ısrar etmeyin çocuğa."  deyip, parka götürürdü.
  • Yine yemekten sonra "büyüdüm büyüdüm" diye şarkı söylüyoruz. (Pınar Süt Reklamı.)
  • Sabah uyandığımızda "anniiee" diye ağlayıp, eğer bakıcı teyzeni görürsen "giiit, giit" diye  bağırıyorsun. Sağolsun onun da emeği sende çok ama sanırım hiçkimse anne, baba yerine konmuyor. Bu durumda teyzen "tamam kızım" deyip odasına geçiyormuş. Sen de, battaniyeni kafana örtüp,  oturma odasına yavaş yavaş gidiyormuşsun. Sonra muzip gülüş, ce ee.
  • Yemek yedirirken üst komşumuz Hatice Abla gelir, sana kızar diye korkutuyorum. Sen de gözlerini kapatıp, yok, yok (dok) diyorsun. Gözlerini kapattığında onu görmediğin için gelmeyeceğini sanıyorsun. Bir gün yemek yemiyorsun diye, alıp seni üst kata çıkarmaya kalktım, yine gözlerini kapattın sıkı sıkı :)
  • Her akşam bizi kapıda karşılayıp "Paark, Paak" diye bağırıyorsun.


Monday, June 2, 2014

Meleğim 2 Yaşında

Birtanem ,
 
2 sene göz açıp kapayana kadar geçti. Birçok kelime öğrendin ve birçok şeyi anlıyorsun. Hala müziği ve dans etmeyi çok seviyorsun. Hoplayıp, zıplamaya parkta afacanlık yapmaya bayılıyorsun. Günde 3 kere parka çıkıyoruz. Sabah uykudan önce, öğlen uykudan sonra, akşam biz eve gelince parka çıkıyoruz. En çok kaydırağı seviyorsun. Küçücük boyunla merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya çalışman herkesi hayran bırakıyor. Parkın maskotu durumundasın. Bir de; kaydıraktan kaymadan önce mutlaka önce taşını atıyorsun, sonra kendin kayıyorsun. Sanırım ben, sen korkma diye bir kere taş atmıştım. O gün bugündür senin geleneğin haline geldi. Kaydırağın sonunda, uzanıp gökyüzüne bakıyorsun sonra taşını tekrar buluyorsun.

Artık ben de varım, ben yapabilirim i bize baya baya hissettirmeye başladın. Evin merdivenlerinin başında babanla bana "giit, git" diye tutturuyorsun. Sonra bizim kata gelince afacanlık olsun diye bir üst kata kaçıyorsun. Panikli, telaşeli hareketlerini kendime benzetiyorum. Sürekli bir yere yetişecek gibisin.

Akşam yemeklerinden sonra balkonda seni kucağımıza alıp sohbet etmek kadar huzurlu bir şey yok. Yarasaları kuş sanıyorsun, biz de bozuntuya vermiyoruz. Uykun gelince omzumuza yatıyorsun, bir de köpek ve uçak sesinden korkunca... Korkmana üzülmem lazımken, bana sığınmandan mazoşist bir zevk alıyorum. Anne de olsak insanız işte. Ne de kötüyüz :)

2 kelimelik cümleler kurmaya başladın ama genel olarak konuşkan değilsin. Daha çok işaretlerle kendini anlatıyorsun.
İstediğin brişey olmadığında, kendince tutturmak için ağlıyor numarası yapıyorsun. Sonra baktın kimse seni tınlamıyor. Bıyık altından gülmeye başlıyorsun, sonra seni gıdıklayıp iyice güldürüyoruz falan...

Evimizin neşesi. Tekrar hayatımıza hoş geldin. Senden çok şey öğreniyorum. Sen kaydıraktan kayıp da gökyüzünü izlerken ben de senin gözlerinden bakıyorum bulutlara, yıldızlara, gökyüzüne. Beni geçmişime götür. Hiç büyüme lütfen.
 Bu hafta 2 kere yaş günü kutladık.

Sunday, April 27, 2014

Talinn (ESTONYA)

Haftasonları mutlaka Gülhanın Galaksi Rehberini izliyorum. İzlediğim program bile olsa tekrar izliyorum. Bu hafta Talinn vardı. Yine aa ben burdaydııım dedirten bir program oldu ki anı yazısını yazmadığımı hatırladım.
Talinn'e Stockholmden kalkan Cruise gemisi ile gitmiştik. Hem beyaz geceyi doya doya yaşadık, hem ucuz konakladık hem de yolculuk yapmış olmuştuk. İlk defa deniz üzerinde 1 gece geçirmiştim. Cruise gemisi gerçekten çok büyük bir otel. Kuzey Avrupalılar bu gemilere ucuz içki ve seyahat için biniyor. 
Stockholm adalar manzarasını izleye izleye çıktık yola.
Tallin Estonyanın başkenti olup ülke nüfusunun 3'te de birini barındırıyor. Tallinn'in tarihi sayısız işgaller ve saldırılarla doludur. En son II. Dünya Savaşı sırasında ağır bombardıman altında kalmış ancak kentin tarihi bölümü ayakta durmayı başarmış. Tallinn 1997'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Dünya Mirası listesine eklenmiş. Aynı Prag gibi... Prag da 1992 de Dünya Mirası listesine eklenmiş. Gerçekten her ikisinde de eski şehir dediğimiz bölgede gezerken tarihi dokuyu bozan en ufak iz bulamıyorusunuz. Koca şehir müze gibi. Prag a kıyasla daha fazla ortodox kilisesi gördük. Yine şanslıydık ki bir festivale denk geldik. Meydan konserleri, sokak satıcıları, elişleri, yöresel kıyafetli dans eden kızlar ... vs görmek insanı neşelendiriyor.
Cümbüşü izlemek, dinlenmek ve karnımızı doyurmak için meydanın hemen çevresindeki restauranlardan birine oturduk. Stockholm'ün aksine daha fazla yenilip, içilecek yer vardı ve fiyatlar elbette daha uygundu. Restauranın önünde duran garson Türkçe biliyordu. Şaşırmıştık. Milliyetçiliğimiz tutmuştu ve bizi içeri sokmayı bu şekilde başarmıştı. Stockholmde güzel bir yer bulup da yiyemediğimiz ızgara somonu burda yiyebildik. Yanında nefis biralarından da içtik. İsveç zaten tuhaf soğuk kanlı bir ülke. Estonyada ise çok daha sıcak kanlı insanlar. Belki isveçte zenginliğin verdiği bir mesafe vardır insanlarda.
 
Talinnden yapılan feribot seferleriye Helsinki, Stockholm ve St. Petersburg' e geçilebiliyor.
 
 
Biz tarihi bölgeyi güzelce gezdikten sonra bir belediye otobüsü ile saray ziyaretine gittik. Dönüşte de gemimize gitmeden önce baltık denizine ayaklarımızı soktuk. Deniz çivi gibi soğuktu. Aklıma titanik geldi. Bu gemiye bişey olsa, bu dondurucu soğukta napardık acaba :(.
 
 
 Stockholm Adalar resimleri yolculuğun başından....
 
Stockholm Adalar, öyle ufacık ufacık değil, bir mahalle kurulacak büyüklüte ki pek çoğunda yerleşim var. Şehir merkezine gelmek için irili ufaklı botlar ve yelkenliler var.  Lüküs hayat !
 
Saraydan dönerken pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi büyük koruların içinden geçtik. Sincaplar evcilleşmişler.
 
 
Akşam 18:00 de kalkan gemiye yetiştik ve gerisin geriye Stockholm ! 2 gece kamarada konaklama ve seyahat ikimize toplam 60 Euro ! Tabi yeme içme ekstra. Onları da annelerimizin yaptığı kek, börek ve konservelerle geçiştirmeye çalıştık.
 

Saturday, April 26, 2014

Güzel ANTALYA

Güzel Antalya bu aralar çok güzel kokuyorsun. Portakal ve limon çiçekleri, yaseminler, çeşit çeşit bilmediğim güzel kokular.
Bugün piramit parka gittik. İpek ördekleri, uçurtmaları ve topları kovaladı. Piramit park gerçekten büyük ve güzel. Piknik yapan sevgililer ve ailelerle dolu. Tabiki mangal yasak. Piknik derken öyle büyük piknik değil. Atıştırmalığını alan parka gelmiş. Uyuyan, uzanan, sohbet edip termostan çay içen ve spor yapanlarla dolu harika bir park.
 

Friday, April 25, 2014

ANTALYA mı ESKİŞEHİR mi ?

Güzel Antalya. Dünyanın en güzel şehirlerinden birisin. Dünyada hangi şehrin göbeğinde bu kadar temiz deniz olabilir ? Varsa da ben bilmiyorum.
Antalya hem yeşil, hem mavi. Şehrin içinde bir sürü irili ufaklı park var. Rahatlamak için, kafa dinlemek için harika yerler ama yine de bişey eksik geliyor bana.
Belki Eskişehirin cıvıltılı caddelerine alıştığımdan. Bişey eksik ! Antalya çok güzel bir genç kızsa, Eskişehir de çok güzel olmayan ama çok samimi gülüşü ve bakışları olan bir genç kız gibi.
 Birisi seyirlik, birisi beraber yaşamalık :)

ESKİSEHİR TATİLİ (NİSAN 2014)

İpek Ece artık daha rahat koşuyor, zıplıyor bazen adeta akrobasi yapıyor. 2 kelimelik cümleler kurmaya başladı. Kalabalığı çok seviyor. Koşarak yürüyor. Ben gibi aceleci ve telaşlı. Herkes ilk bakışta Mehmet'e benzetse de,  arasıra bana benzetenler de oluyor. Ben de mimiklerini, gülüşünü, koşuşturmasını kendime benzetiyorum. Bazı bakışlarını da... Hatta o kadar ki kendimi görür gibi oluyorum.
Evlatlar acaba bizim yapmak isteyip de yapamadığımız şeylerin bir yansıması mı ? Hani popüler söylemle evrene isteklerimin enerjisini gönderdim ve bana bu şekilde mi döndü ?
Ben kesinlikle istediğim bişey için tutturan biri değildim. Ama özümde hırslıyım. Bunu çok iyi biliyorum. Başarmak ve çalışmak için kodlanmışım. Fakat şuanda amacına uygun davranmayan serseri mayın gibiyim. Kendime illa ki bir amaç bulmam lazım. Bu sebeple hiçbir para, zenginlik beni çalışmaktan alı koyamaz. Sadece kendimi bağlayan konularda hırslıyım özetle. Ama benim hırsım başkalarını etkilediği anda pes ediyorum. Teslim oluyorum. Ama maalesef o başkaları ile birlikte yaşıyoruz. İpek tutturan bir çocuk. İnatla isteyen bir çocuk.  Bu durumda sınırı nerde ve nasıl koyduğumuz çok önemli. İsteklerini kamçılamadan sınır çizebilmek kolay olmayacak.  Ama her konuyu pedogojik yaklaşmak zorunda hissetmek istemiyorum. Mükemmel anne baba diye bişey yok çünkü. Yeterince iyi anne baba var. Bazı şeyler içgüdüsel olmalı. Akışında.... Herşeyin de bir kuralı, kitabı olmak zorunda mı ?

Evimizin neşesi. Eskişehirde herkes bizi dört gözle bekledi ve ağarladı. iyi ki varlar. Allah seni uzuuun uzun yıllar anneanneli, dedeli, babanneli büyütsün.
Seni hamama götürdük. Yıkanmayı hiç sevmeyen sen, hamada havuza girdin. Kurnanın içine girdin.  Hatta çıkmak istemedin. Sıcak termal sulardan içtin. Şifa olsun benim güzelime...
Çocukluğumuzun geçtiği lojman bahçesinde, benim diktiğim ağaçların altında koşturdun. Ağaçlar da ben gibi kocaman olmuşlar.
Babanla bisiklete binip, piknikler yaptığımız Osmangazi Parkı da kocaman bir koru olmuş. Fidanlar ağaç olmuş. O parkta da karga ve güvercinler kovaladı. Yerden bulduğun taş, çöp gibi şeyleri mama diye kuşlara yedirmeye çalışıyorsun.
Sadece kuşları değil bütün hayvanları seviyorsun. Ben kendim pek yaklaşmadığım halde, senin kedi ve köpeklere yaklaşıp öpmene izin veriyoruz. Ağızlarına mamalar sokmaya çalışıyorsun. Bi tarafım korkuyor, sana zarar verecekler diye. Ama korkumu sana hissettirmemeye çalışıyorum. Cesaretini kırmak istemiyorum.

Sunday, April 6, 2014

İLK CÜMLEMİZ (2 kelimelik)

Bebeğim,
Seni evden almak ve  Eskişehir'e yola çıkmak için Cuma işten erken çıkıp 16:00 gibi eve döndük. Eve girdiğimizde uyuyordun. Bir süre sonra, Niiil, niiil diye ağlamaya başladın. Meğer öğlenleri de beni özleyip, ağlayarak uyanıyormuşun :(
Nihayetinde gözünü açtığında karşında annecik vardı. Çok mutlu oldun. O gözlerinin ışıltısı ömre bedel. Benden sonra aklında hemen baba geldi. Bu sefer "babaa, babaaa" diye ağlamaya başladın. Ve süpriiiz. Baba da gelmiş. Ve ilk cümlen. 2 Kelimelik. "Baba Geldiii".
Günün sonunda Eskişehire vardık ve 2. cümlen. "Dede  Otu(r)!" Dede yanına oturdu. Sen de oyuncaklarınla çay demledin. Servis yaptın.

Friday, March 28, 2014

İyileştiren Sevgilere İhtiyacı Var İnsanın

Canım kızım, hayatta öyle farklı sevgi çeşitleri var ki. En güzelleri senin olsun. İnan mutlu olman dışında hiçbir beklentimiz yok senden. AŞK bu galiba. Koşulsuz, şartsız sevmek... İnşallah karşına zamanı gelince "düşüncesi bile gülümseten" birisi çıkar. Seni biz kadar seven.
------------------------
İyileştiren sevgilere ihtiyacı var insanın
Seni tüm zaaflarınla hatalarınla kabul eden
Tüm korkularınla bilen
Hesapsızca ve sorgusuz
Şartsız ve koşulsuz

Bencilce olmayan
"Benim" den önce senin olan
Onaylamasa da kabul eden bir yumuşaklıkta
Kalbinin içi kadar bir uzaklıkta
Sonuçta değil süreçte iyi gelen
İyileştiren sevgilere ihtiyacı var insanın.
Düşüncesi bile gülümseten
Omuzlarındaki tüm yüklerinden seni azad eden
Keder değil yaşama sevinci veren
Tüm yaralarını kendi bile fark etmeden saran
İyileştiren iyi gelen sevgilere ihtiyacı var insanın.
Beklentileriyle yormayan fazla soru sormayan
Yanında sen gibi sen olduğun
Tüm yanlış bildiklerini unuttuğun
Hiçbir hesap yapmadığın yapamadığın
İyi gelen iyileştiren sevgilere ihtiyacı var insanın.
Seni kalıplar içine sıkıştırmayan
Tüm kayıp taraflarını bakışlarıyla bulduran
En beceriksiz taraflarını
Sevimli bir çocuğun yaramazlığı gibi görüp Seni sevmeye daha da sarılan
İyileştiren iyi gelen sevgilere ihtiyacı var insanın.

Sunday, March 23, 2014

BAHAR TEMİZLİĞİ (Sadece Değecek Olanlar Girebilir)

 Mutfak tezgahını bomboş görmek isteyen yeni gelin kız modeli geri döndü. Bahar gelince evime değişiklik olsun diye tek başına yatak odasının bir duvarını boyamışlığım bile olmuştu vakti zamanında. Tamirat boya badana, temizlik, yıkama, yağlama bu konularda iyiyim de. Mutfak notum  düşük :). Aç kalmayacak kadar. Pasta, börek denemeleri devam ediyor ancak hala iş yerindeki arkadaşlarımın "ya Nil bi kek yapsan da yesek" taleplerini karşılayacak düzeyde değil. Kocamsa benim yaptığım kekleri kibarlıktan yiyor, sanırım. Keke zeytinyağı koymayı bırakıp bassam margarini olacak biliyorum.
Dün pancar, havuç, ıspanak, soğan, sarımsak gibi yararlı pek çok sebzeyi karıştırmak suretiyle :) yapmış olduğum nefis çorbaya İpek Ece görüntüsünden dolayı "ee ee" diyerek, pis demek istediği için özgüvenim daha da bir sarsıldı. Neyse ki çok açtı ve yedi. Ama napalım, besleyici olması için bir anda pek çok şey yemesi gerekiyor :)
"Hem sebze suyu Alkali ve vücudumuzdaki toksinleri atmamıza yardımcı oluyor." diyerek tekrar emeğime saygı duydum.
Halen sabah kahvaltılarında çocuksuz olduğum dönemlerdeki gibi, değişik krep ve omlet çeşitleriyle ve kızartmalarla karşılık veremesem de günün en özendiğimiz öğünü sabah kahvaltısı oluyor.
Bizim asıl sıkıntımız temizlikten öte dağınıklık. Aslan yattığı yerden belli olur demeleri doğru. Bu anlamda da bir düzen, tertip işine girmek lazımdı artık. Yeni yaptırmış olduğumuz yüklüğe eşyalarımızı aktarırken şu veya bu sebepten bir şekilde kullanılmayan her türlü kıyafet ve çer çöp atılacak kararı aldık. Bu" çok pahalıya alınmış ama sapı kopmuş bir bebek bakım çantası" dahi olsa. Verilecek yada atılacak. Bu arada bebek eşyası deyince, zaten hepsi o kadar hızlı kullanım dışı kalıyor ki biz ufaklığa hiç kıyafet veya oyuncak almak istemiyoruz. Hediye gelenler fazlasıyla yetiyor. Anneanne, babaanne ve dedemiz sağolsunlar. Bu alanda 2. el pazarında açık var. Bir online satış sitesi yapılsın. Sahibinden.com falan gibi değil ama. Sırf bu amaçlı olacak site. Bence tutar.
Sorun şu ki kimse biricik evladına "ne idüğü belirsiz kişilerin kullandığı!"  eşyaları kullandırmak istemiyor. Anlamıyorum. Sanki kirlerin ruhu mu var ? Bu konuda kendimi de anlamıyorum. Ben de  yakın tanıdığımdan başka birinin eşyasını kullanamam. Şöyle bir toplumda yetişmişiz. Abdes aldığımız su kovasının içindeki tası yere koydurmazdı anneannelerimiz. Neden? o tas mundar olurmuş. İyi de temizlik gerçekten bu mu ? Yada bunları hesaplarken kimbilir neler kaçırıyoruz hayatta. Bu kirlerin ruhu mu var sanki lafı da Mehmetindir. Zamanla ben ona benzedim. O da bana. Ama şimdi o daha titiz, ben daha rahatım. Napacaz ?
İşin özeti atabilmek ve/veya verebilmek önemli. Aslında değer vermediğimiz herşeyi hayatımızdan çıkartabilsek keşke. Aynı küslükleri, üzüntüleri, hatalarımızı ve bizi haketmeyen insanları çıkartamadığımız gibi hayatımızdan, kullanılmayan eşyaları da atamadığımız için bu karmaşa. O eşyaları atarken şunu öğeniyorsun. Evet pahalıydı, çok bedel ödedim ama şimdi işe yaramıyor. O zaman bundan sonra alışveriş yapmadan önce 10 kere düşünen Nil geri gelsin lütfen. Ve aynı şekilde hayatının kapılarını açıp herkesi kabul eden Nil gitsin. Sadece değecek olanlar girsin içeri.

Wednesday, March 12, 2014

İPEK 21 AYLIK

Canım Kızım, Meleğim

Bildiğin kelime sayısı git gide artıyor. Yine gelişim kitaplarına daldım, maalesef. Maalesef diyorum çünkü aslında biliyorum ki hayatta hiçbirşey kitaplarda yazıldığı gibi olmuyor. Ama ben hep bile bile lades diyenlerdenim. Yine de okuyorum, ve hatta yazılanı da önemsiyorum. Orada diyor ki "bu ay çocuğu yaklaşık 30- 50 arasında kelime bilir". İstemeden sayıyorum söyleyebildiğin kelimeleri. Bildiklerinse çok fazla. Belki de herşeyi anlıyorsun artık.
  1. Anne
  2. Baba
  3. Dede
  4. Anneanne
  5. Bababa (Babanne anlamında)
  6. Nenen (Uykum Geldi; benim için bir kelime)
  7. Ucu (Uçak)
  8. Gidido (Gidiyoruz)
  9. Çikolata (Cuda, Cucuta (daha çok ve bağırarark istediğinde))
  10. Mama
  11. Ananaş (Anlaştık)
  12. Evet (Eve)
  13. Abi
  14. Abla
  15. Çiş
  16. Benim
  17. Vermem
  18. Bir
  19. Ece
  20. Dört
  21. Bebek (Bebi)
  22. Nil (Niii)
  23. Mehmet
  24. Gel
  25. Kedi(Tedi)
  26. Havhav
  27. Pantolon, Portakal (popupa)
  28. Tayt
  29. Nonum (Donum:))
  30. Git
  31. Saat (taat)
Tamamdır 30 yaptı :). Aklıma gelmeyen ve söylemeye çalıştığın bir çok kelime de var. Benim için bunlardan çooook çoook daha önemlisi. Seninle yağmurda birlikte ıslanmak. Yüzüne damlalar düştüğündeki tepkilerini izlemek. Su birikintilerinde oynamana izin vermem. (Çok kirli olmamaları şartıyla.) Sahilde kış günü kumlarla oynamak. Kumları kafandan aşağı boşaltmanı sonra da bundan rahatsız olmanı izlemek. Hem kumla oynayasın, hem ellerin kirlenmesin istiyorsun. Hayat böyle değil aşkım. Herşeyin bir bedeli var. Ve yine kitaplarda yazana göre en güzeli kendi kendine oyun kurmaya başlaman. Biz yönlendirmeden kendi hayal gücünle bebeklerini bebek arabasına bindiriyorsun, gezdiriyorsun, sonra uyutuyorsun, sonra mutfak malzemelerinle birşeyler pişirip yediriyorsun, hatta yedirirken vuuu (uçak geliyor) gibi oyunlar yaparak yediriyorsun. Bebeklerin uyumayınca onlara sinirleniyorsun. Doğru yoldayız. Bunun dışında işten eve geldiğimizde, sofradan kalkar kalkmaz seninle hoplama, zıplama, dans etme, kovalambaç gibi oyunlara dalıyoruz. Bütün gün yanında olmamanın verdiği özlemle tüm vaktimizi sana ayırıyoruz.
Dün bir AVM de seni serbest bıraktık. İlk önce kosmetik standına saldırdın. Rujlara boyun yetişti. Napacaksın kızım onu dedik ? Dudaklarını gösterdin. Çok güldük :)
Sonra saat mağazası gördün. Cama yapıştın. Taat taat diyerek kolunu gösterdin.  Herkes minicik bir bebişin, hızlı hızlı koşup, etaraf bilmiş bilmiş bakmasını hayretle izliyor.
Allah seni nazarlardan saklasın.
Canım, herşeyim !


Wednesday, February 12, 2014

TAHTALI DAĞI (2366 M) /ANTALYA

Kar kürüme, su geçirmez kıyafetler, ayakkabılar, sırt çantası, açlık derdi olmadan hooop 15 dakikada zirvedeyiz. Tahtalı teleferiği gördüğüm ve bindiğim en büyük teleferik. İnmesi, binmesi çok heyecanlı. Yolculuk deseniz tadından yenmiyor. Bazen uzaklara dalıyorsunuz, bütün körfez doğudan batıya harita gibi ayaklarınızın altında. Hatta belki Fethiye bile gözüküyor. Bulutların üstündesiniz. Kendimiz mücadele ederek, ter dökerek tırmanmanız gibi olmuyor. Bir de sonuçta orada bir tesis var. Issızlık ve bakirlik yok. Bir dağcı kesinlikle teleferiğe binip hooop zirveyedeyim demekten zevk almaz. Ama  ben yine de zevk aldım, dağcı falan da değilim zaten :)
Eğer ilkel çağlarda yaşıyor olsaydım ve tanrı burda yaşıyormuş deselerdi inanırdım. Bir çok yüksek dağ var, Tahtalıdan daha yüksekleri var, ama deniz seviyesinden yükselişini gördüğümüz için çok daha görkemli gözüküyor. Mesela Ağrı dağı zaten belli bir yükseklikteki ovadan izleniyor. O da görkemli.
 Hep doğa ile içiçe olabilseymişiz, bütün hırslarımızdan arınırmışız, hiçbirşeyi tutkuyla istemediğimizde gerçek özgürlüğü yakalarmışız. Mehmet bana "çok pis hırslısın sen" der. Hem hırslı olup, hem yorgunsanız veya çalışmaya fırsatınız yoksa, o en kötüsü. O hırs içinizde patlayıp duruyor. O zaman bol bol dağlara çıkmak lazım. Yada çalışmak lazım.
 
Aşağıdakini ben çektim, ben çektim :). Dünyanın sonu gelmiş gibi. Dünyanın ve evrenin büyüklüğünü düşündükçe biz ve sorunlarımız ne kadar küçülüyor !.
 
 Bir kere de şunları düşünmesem. Bir kerede de anı yaşasam keşke. Allah çevremde anı yaşayabilen insanların sayısını çoğaltsın.
 

Thursday, February 6, 2014

UYKU DÜZENİ (İPEK HANIM 19 AYLIK)

Kendimi başarılı bulduğum, kendi kendimi takdir edebildiğim sayılı konulardan birisi oldu kuzucuğmun uyku düzeni. Sonunda başardım. 17-18 ay boyunca günlerce üst üste uykusuz kaldıktan sonra. Gece 4-5 kere uyanıp, derin uykuya dalma şansını kaybettikten sonra, uyandırmadığım sürece hiç ses duymadan mışıl mışıl uyuyan kocacığıma içten içe diş biledikten sonra, (işe başladıktan sonra onu da destek olması, biberon hazırlaması için uyandırmaya başladım ) ve uykumu almak için izin alıp eve gitmenin çare olmayacağını bilip, şirketin revirinde öğle arası, ağrı kesici serum bağlatıp, uyuyarak enerji topladıktan sonra sonunda başardım ben bu işi.
 En başından bilmemiz gereken, bir bebek nasıl uykuya dalarsa gece uyanmalarında da aynı şeyi ister. Ve gece uyanmalarında kendi kendine dalmayı öğrenmesi için sallayarak veya emzirerek uykuya dalma alışkanlığını bırakması gerekir.
Başından beri uyku ritüeli oluşturmuştum. Ama dizde sallama alışkanlığından bir şekilde kurtulamıyorduk. Uyku ritüeli hep aynı saatte kişisel temizliğini yapıp, pijamasını giyidirip, kitabını, masalını okuyup, ninnisini söyleyip uykuya dalmasını sabırla beklemekle oluyor. Bu sabırla bekleme sırasında sabredemez de sallayıvereyim hemen uyusun derseniz, geçmiş olsun. Sabaha kadar dizinizde... Bu ritüel sırasında karşımızdaki bebek şahsiyetinin bizi anlamadığını düşünsek dahi, artık yatma vaktimizin geldiğini kedilerin ve köpeklerin uyuduğunu, mümkünse gökyüzündeki aydedenin çıktığını, uyursa büyüyeceğini sabırla ve defalarca anlatmakla oluyor. Bu anlatımın ötesinde en başta anlattığım kararlı duruş ve rutin çok önemli. Çünkü bebekler rutini seviyorlar, aslında ilginç bir şekilde sınırlarını bilmekten hoşlanıyorlar. Yatılması gerektiğini sakin, soğukkanlı bir şekilde anlatabildikten sonra bebişin taciz ağlamaları susturulamıyorsa yatağına bırakılıyor.  Uyku arkadaşı, emziği, sütlü biberonu veriliyor. Bizim minik kuşun uyku arkadaşı olarak kendi seçtiği bir battaniyesi var. Onsuz yatmaz. Ferberin "Cry it Out" yöntemindeki gibi odasında tek başına bırakmadık. Denemedik mi ? Denedik ! Onu bile denedik. Ama 3-4 dakikadan sonra canınızın bir parçasının çığlıklar atarcasına ağlamasına yüreğiniz dayanmıyor. Bizim taktiğimizde yanında yatılıp, uyuyor numarası yapılıyor. Yine ağlayabiliyor ama delirircesine değil. Bu arada üzerinize çıkıp zıplamak, maymunluk yapmak, öpmek şeklinde tacizler devam ediyor. Siz uyku durumunuzdan taviz vermiyorsunuz. Belki 1 saat öylece yatıyorsunuz. Sinirlenmiyorsunuz. Sonucunda bir şekilde uyumuş oluyor. Siz de gece uyandırılma riskini düşünerek olduğunuz yerde uyumayı tercih ediyorsunuz. Bu sürede iş ve ev arasına sıkışmış hayatınıza bir soluk getirmek, 1-2 saat kitap okumak, film izlemek gibi maceralara atıldığınızda yine uykusuz bir gece geçirmeniz çok mümkün.
Napsanız olmuyorsa sabredin. 2 yaşında, tüm dişler tamamlandığında, nörolojik gelişimi de baya yol katettiğinde kesin düzene giriyormuş. Benimkisi 20 aylık ve yeni düzeldi.
Ha bir de, yukarıda anlattıklarımdan daha önemlisi. Bebeklerimizin katı kurallardan önce sevgi dolu, soğukkanlı ama gerektiğinde sakince sınır koyabilen yetişkinlere ihtiyacı var. Duygularını kontrol edemeyen, bağaran çağıran, ağlayan anne babalara değil.
Geldiğimiz son nokta. Uyku tulumu giyilip, ışıklar söndürülüp, yatağına yatırılan kuzucuğun eline biberon verilir. O onu içerken, kızım 5 dk sonra çiş yapıp gelicem denir. Bu sırada küçük hanım uykuya kendi kendine dalar. Şimdi kendinize ve eşinize vakit ayırabilirsiniz !
13 Aylık, şampiyon aşağıdaki resimde anneyi uykusuz bırakmış.
NOT: İpek Hanım, kendi uyku arkadaşını kendisi seçti. Onun napmaya çalıştığını anlamak, neye ihtiyaç duyduğunu izlemek, uyku saatini geçirmeden ne zaman ağırlaştığını hissetmek o kadar önemli ki. Ben anne olduktan sonra insanları gözleyerek, konuşmalarını beklemeden ne istediklerini çözmekte uzman oldum.
2. Uzmanlık sorumuz şu; Onun bir birey olduğunu unutmadan, kişiliğini işgal etmeden, anneliğin yedirme ve besleme içgüdüsü nasıl tatmin edilecek ? BİLMİYORUM. Maalesef, ağzını sıkıştırıp, çorbaları boğazına dökmemek için kendimi çok zor tutuyorum. Bildiğim bir tek şey var. O benim kendimi tatmin aracım değil.

Monday, February 3, 2014

BABA OLMAK-1

Her nazımızı gören, her düştüğümüzde kaldıran, düşmediysek de de sarıp sarmalayan eşlerden hiç bahsetmiyoruz. Hep "Anne Olmak" düşünülüyor, konuşuluyor, yazılıyor.

Baba olmayı anlamak için biraz hayatın ilk yıllarına bakmak lazım sanırım. 16 Yıl anne babanın da emekleriyle okullara gidilmiş, zor sınvlardan geçilmiş, bazen çocukluk ve gençlik yaşanması gerekirken saçma sapan testler çözülmüş. Sevenler kavuşamamış. Okul bitmiş para kazanmak gerekliymiş. Üstelik daha askerlik varmış. Askerlik bitmiş, herkes çalışmaya başlamış 2 sene herkes para biriktirmiş. Sonunda baba anneye kavuşmuş. Anne de babaya kavuşmuş. Mutlu son olmuş.

 Eve geldiğinde eksiksiz bir sofra, hoş bir müzik, temiz derli toplu bir ev bulan bir adam varmış o zamanlar. Pek çok zaman kendisi de ev işlerine dahil olsa da bunun adı "eşe yardım etmek"miş, yani ana sorumlu kendisi değilmiş. Ana sorumlu evin hanımıymış.
Karıkoca haftasonu ne zaman isterlerse o zaman kalkarlarmış. Sabah kahvaltılarında krep falan yapılmaya kalkılıp da kahvaltı gecikti mi "ya krebe ne gerek, hemen yeseydik" falan diye acele ederlermiş. Kahvaltıda rahat rahat sohbet ederlermiş. Sohbetlerini ancak kapıcı zili veya bir arkadaş telefonu bölebilirmiş.

Bazı geceler geç, bazı geceler erken yatarlarmış. Yattıklarında seslerini, sohbetlerini duyacak kimse olmazmış. Gece herhangi bir sebeple uyandırılma korkusu olmazmış, içlerinde. Yatarken sadece eşinin sırtını yorganla örter, gerisine de karışmazlarmış.
Bazen odanın çeşitli yerlerine konumlandırılmış gece lambalarından gönüllerinin istediğini açar, istemediğini kapatırlarmış.
Eskişehire her kış kar yağarmış. Adam kar yağdığı zaman çok mutlu olurmuş. Evler sıcacık olurmuş.
Yemekleri evin hanımı yaparmış. Bulaşıklar beraber toplanırmış. Tek kanepe 2 kişi uzanıp bol bol film izlenirmiş. Film izlenirken uyuyakalınırmış. Film zaten bahaneymiş, güzel olan sarılıp uyumakmış. Çerez yenilen günler evin hanımı bazen huzursuz olur, bir temizlik titizlik telaşına düşermiş. Bu da tek dertleri olurmuş. Ha bir de maaştan arttırılabilen paraları hangi tatil yöresinde harcasak diye bir telaşe varmış. Eş çok çalışırmış. Geceyarılarına kadar işyerinde kalır, ertesi gün sabah erkenden işe dönermiş. Haftasonları da dinlenemez hale gelmişler. Hayal ettikleri, yapmak istedikleri çok şey varmış ama fırsatları pek yokmuş. Onca yıllık öğrencilikten ve para biriktirme sürecinden sonra tam rahata erdik derken iş yakalarını bırakmamış. Adam daha baba değilmiş.

Peki baba ne zaman olunur ? Baba eşinin hamile olduğunu öğrendiğin ANda olunur. Zaten korunup kollanan eş (hanım) artık daha bir dokunulmaz daha bir kutsaldır. Artık eşle birlikte geleceği düşünülmesi gereken bir masumcuk daha varmış. Bir hanım daha varmış, hanımdan ötede. Daha da CAN mış. Kendi canındanmış.
Tam da o sırada, o AN da baba Antalyada, anne (hanım) Eskişehirdeymiş. Gelebilecek miymiş ? Konyaaltı sahilindeymiş baba. Haberin üstüne 2 bira içmiş. Üzülmüş mü, sevinmiş mi, korkmuş mu ? Tüm içini taşlara ve denize dökmüş. Deniz onu dinlemiş.
6 ay sonra anne, baba kavuşmuş. Kavuşmuş ama anne baba arasında birisi daha yatıyormuş artık. Anne baba eskisi gibi sarılarak uyuyamıyormuş. Hatta anneye kendi bacaklarından bi tanesi de ağır geliyormuş. O bacak hep babanın üstünde kalıyormuş.
Kızları ile sohbete dalmışlar, sarılmayı da unutmuşlar. Babanın bir derdi varmış. Her sabah anne yumurta yemeden evden çıkmamalıymış. Baba her sabah erken kalkıp, işe giden anneye yumurta haşlar, kahvaltı hazırlarmış. Eğer anne geç kalmışsa, yiyecekler için bir beslenme çantası hazırlanırmış. Akşam pişirilen somon balığının pişirilme sıcaklığı çok önemliymiş. Sonuçta "Omega3 ler ölmesin"miş. Yemeğini yiyen anne ve kız erkenden uykuya dalarmış. Baba yalnız kalırmış. Artık anne ev temizleyemezmiş, çabuk yorulur nefes nefese kalırmış. Gezip tozmak isterlermiş ama anne hep uykuluymuş. Anneanne, babaanne de yokmuş. Mercimek köftesi yapan komşu teyzelerin boynuna atlanıp, sevinçten ağlanırmış. Bu yaban memlekete baba kendisi yüzünden gelindiğini düşünür içten içe kendini yermiş.
Acaba ailenin yeni üyesine, anne işe başlayınca kim bakacakmış? Bakıcı teyzeye para yetecek miymiş ? İzlenen her filmin ilk 10 dakikasında anne uyurmuş. Zaten artık aynı kanepeye sığmaları mümkün değilmiş. Bu Antalaya'da yaşamak tatil yapmaya hiç benzemiyormuş. Kışın evler çoook soğuk olurmuş. Eski konforunu yaşamak isteyen KARAGÖZ ailesinin 587 liralık elektrik faturasını görmüşlüğü olmuş. Üstelik aynı konforu yaşayamamış.

Anne şişkoyken de fena değilmiş :). Ama güldüğüne bakmayın, hamişlerin bütün vücudundaki organlar sıkışıyor. Miğde, kalp, bağırsaklar kendine yer bulma çabası içinde...




Doğumdan sonrası BABA OLMAK-2 de...

Sevgiler.

Tuesday, January 28, 2014

Erkeklere Takım Tutmama Hakkını Verelim Lütfen

Türk erkekleri üzerine kurulmuş nasıl bir "adam gibi olma" baskısı varsa, takım tutmuyorum demek bile "karı gibi" olmak olabiliyor, bazıları için. Tamam o takım tutmuyor ama belki senden  daha akıllı, daha zeki, yada başka bir sporda başarılı.
Bu arada "karı gibi olmak" da küfür niyetine söylenen birşey. Neden bu kadar kötüyse kadın olmak ?
Ama en kötüsü de kızlı/erkekli olmak. Hele de bu zamanda ! :)
He bir de, eğer bir erkek takım tutmuyorsa ve takımı sorulursa, önce biraz durur, düşünür sonra aklına bir şey gelmiş gibi BEŞİKTAŞ der.
 

Wednesday, January 8, 2014

Litvanya (Vilnius)- Erasmus Günleri

Tek başına ayakta durabiliyorum hissini yaşamak, başka dünyalar görmek, başka hayatlar tanımak hep ruhumdaydı.

Okulumun son senesi Erasmus gibi bir fırsat yakalamıştım. Adını bile duymadığım bir ülkeydi Litvanya, yarım dönemlik ders kredisini orada dolduracaktım.

Aradan geçen 6 senenin ardından detay vermem zor olacak ama hiç tanımadığım bilmediğim bu memleketin doğasına hayran olarak geri döndüm.

Vilnius'u ilk görüşümde bu şehir değil orman demiştim. Böyle yeşiller içinde başka bir şehir var mıydı ? Şehrin ortasında öbek öbek koruluklar, kocaman çam ağaçları ve dinmek bilmeyen  yağmur hoş geldin dedi bize.

Yurt binamız da orman içindeydi. Bu kadar bakir bir doğa biraz da ürkütücü gelmişti. Odamızın camından sık çam ormanı manzarası vardı. Yalnız 2 kişilik odalarımız, manzaramız kadar iç açıcı değildi. Nevresimler, battaniyeler, mutfak, tuvalet pislik içindeydi. Yol yorgunuyduk ama bütün günümüzü temizliğe harcamak zorundaydık.

İşte böyle başladı Litvanya macerası. İlk gerçek yolculuğumdur o benim, çünkü aynı zamanda içime doğru yapılmış olan. Güzel günler geçti, zor günler de geçti... Son günler zor dayandım vatan hasretine. Artık bıkmıştım doyumsuz beraberliklerden, otobüslerde altına işeyen ayyaşlardan, sokaklarda uyuyan keşleri görmekten. Ama o Ortaçağ Avrupasında yaşadığımı zannettiren mimari güzelliklere de doyamamıştım. Arnavut kaldırımlara, taş binalara bakmaya doyamamıştım. Neris'e de doyamadım, herşeye tanık olan ama sakin sakin akan güzel Neris'e. Vilnius'a kilometrelerce can veren yeşil veren güzel suya.... Ha bi de tüm bu güzelliklere tepeden baktığım Gedimino kalesine tırmanmaya doyamadım.


İşte böyle başladı Avrupa şehirlerine olan merakım...