Sunday, December 18, 2016

Sisteme Hizmet

Tüketerek, üretmeden, varoluşu sorgulamadan, yaşananları analiz etmeden, beynimizi tv programları veya başka şekilde uyuşturarak, haz peşinde koşarak yaşanmış her hayat sisteme hizmetin ta kendisi aslında.

Kendime Notlar (Psikanaliz)

Her birey ve deneyimleri öylesine biricik ki, her deneyim tam da olması gerektiği gibi aslında. Tesadüf yok, hayatın matematiği var. Hayat en zayıf noktamızı bize buldurup, acımızı yaşatıp üzerinde ödev gibi çalışarak tekamüle hizmet etmemizi istiyor. Yeter ki çok zeki yaratıklar olan bizler kendi kendimizi manipüle etmeyelim. Ne kendimize acıyalım, ne başkalarını suçlayalım, ne de kendimize gaddar davranalım. Neyse deneyimden çıkarmamız gereken ders, onu bulalım ve ona acısıyla tatlısıyla sahip çıkalım. Bu analizi yaparken kendimize davranış şeklimiz, kendi çocuğumuza davranacağımız gibi olmalı. İşte bu yüzden ki bir evlat sahibi olmak insanı kendi içinde de uçsuz bucaksız bir yolculuğa çıkarıyor. Makro düzeyde dışarda nasıl büyük bir evren varsa, içimizde de aynı şekilde uçsuz bucaksız bir evren var. Hayata geliş amacımız da bu dengeyi sağlamak. Ruh ve bedenimizi dengede tuttuğumuzda salgılanan kimyasalların tümüne dönüşmek olacak belki de ölüm. Hiç bir şey yoktan var olup, vardan yok olmadığına göre. Ölüm bir form değişimidir sadece. Hayat da dengemizi bulmak için çabalama hali...

Sende sen yoksun aslında, sendeki Allah'tır bilesin. (Azra Kohen)
Belki de hepimiz doğduğumuz andaki evrenin bedenlenmiş haliyiz. Bknz: (Holografik Evren: Michael Talbot)
Not: Yazılan her yazıda olduğu gibi birçok kişiyle yapılan sohbet, deneyim ve yazıdan etkilenerek kendime çıkardığım notlardır.

Thursday, September 29, 2016

Aynalandım !!

Hani lisede sınfta biraz aşırı arkadaşlar olurdu. Bazıları kavgaya karışırlardı,bazıları sigara falan içerlerdi, taşkındılar. Okul bahçesine şarap sokup içerlerdi. Ben onlardan cüzzamlı gibi kaçardım, nedense. Sarhoş birinin kontrolsüzlüğünü görmek beni dehşete düşürüyordu. (Hala şaşırıyorum ama korkmuyorum.) Şimdi onları daha iyi anlıyorum. Hepsi olmasa da bir kısmı aslında kendi duygularında boğulmuştu. Yönetemeyecekleri kadar çok duyguları vardı belki de... O zamanlar hatta yakın zamana kadar kendimin farkında değildim.Birden yüzüme bir ayna tutuldu. Şimdi anlıyorum oto kontrolümün diğer herkesten biraz fazla olduğunu.O "beni" de sevmem gerektiğini. Öylece kabul etmem gerektiğini. Böyle olmuş olmamın bir amacı olduğunu. Benim de farklı bir misyonum vardı demek ki bu hayatta. Bana bunu dedirten aynaya binlerce şükürler olsun. O Ayna içimde bastırdığım asi kızla, kontrol delisini barıştırdı. Ne büyük bir lütuf !
Çocukluğumu hatırlamak, bilinç altı temizliği yapmak... Kendimi hatırladım. Ne büyük bir lütuf ! Ne mucize ! Müzikle ilişkisi çok zayıf olan ben, çocukken elime saç fırçası alıp bağıra bağıra şarkı söylediğimi hatırladım. (Ufak bir ayrıntı vardı. Bunu hep evde kimse yokken yapardım :))

İnancımı tekrar buldum, mucizelere ve Allah'a...Bana ilham veren herşeye sonsuz minnettarım !

Hayat iki şekilde yaşanır: Ya hiç mucize yokmuş gibi ya da her şey birer mucizeymiş gibi…” 
Albert Einstein

Thursday, September 8, 2016

Yeterki Çark Dönsün MÜ ?

Dün bir iş arkadaşımızı trafik kazasında kaybettik. Dağlık, uçurumlu, virajlı, taşlı bir dağ yolunda radyo kulesine bakım yapmaya çıkarken... Neredeyse her yıl ölümlü bir iş kazası yaşıyoruz. Şirketlerin kazandıkları paranın (karın) faizi  bile bir servetken. İşçilerin asgari ücrete yada ona yakın paralarla, kelle koltukta çalışmak zorunda olmasını hazmedemiyorum. Şirketin iftar yemeği vermesi ve sadece beyaz yakayı davet etmesini hazmedemiyorum. Birisi 2 yaşında, diğeri 6 yaşında 2 küçük melek ve bir kadın artık tek başına hayat mücadelesi verecek. Bu düzene o kadar büyük bir isyan duyuyorum ki, miğdemden gerçektenden fiziksel olarak bir öğürtü geliyor. Sonra derin bir nefes al diyorum. Hiçbir mücadele savaşılarak verilmez. Çabalayarak, doğruda kalarak verilir. Çünkü savaştığına dönüşürsün. Gerçekten pozitif bir etki yaratmak istiyorsam bu dünyada önce BEN sağlıklı olmalıyım, sonra EVLADIM, EŞİM, ANNEM, BABAM onlara bir gülümseme olmalıyım. Ama önce BEN olmalıyım.
Bir dua vardı çok küçük yaştan beri bildiğim.

ALLAHIM, Çözebileceğim sorunları çözebilmem için GÜÇ ver.
Çözemeyeceklerime DAYANMAK için SABIR ver.
Ve En önemlisi bu ikisini birbirinden ayırt edebilmek için AKIL ve SEZGİ ver.

Wednesday, August 24, 2016

Hadi Hadici Olmak Yada Olmamak

Surekli çırpınan sercelere benzetirdi beni. Heyecanli, telasli. Insanin sevildigi tarafi ayni zamanda bikkinlik getiren tarafi da olabiliyor sanirim. Sabah 7 kalk borusu otuyor icimde. Denize girsem, durmaksizin yuzuyorum, guneslenicek olsam, kahvlati mi kaciyor acaba diye tedirgin oluyorum. Kitap okurken aklima bördübet koyunun yol guzergahini okumam gerektigi geliyor. Bi dur arkadas. Sakinles. Nefes al.Dur öylece. Hadi yi diyen ilk ben olmayacagim. Hadi kızım hadi kızım cok dedirttim aslinda gecmiste kendime. Simdi aynisini yapiyorum. Hadi kizim cigne, agzinda bekletme. Hadi terligini giy. Hadi hadi hadi.. Armut dibine mi duser, huy anneden mi gecer ? Neyse ki farkindayim. Bazen derin nefes aliyorum. Hicbisey yapmadan akisina birakabiliyorum. Bazen ama !

Tuesday, August 23, 2016

O AN

Bugun bir ilki yasiyorum. Ilk defa karanlikta gun batimindan hemen sonra denize girdim. Hersey dahil konseptli bir datca otelindeyiz. Oglen babamlarin cadir kampinda yaptigimiz mangaldan dolayi toktum. Restaurana ugramadik bile. Ipek uyudu. Uyandiramadim. Oyle davetkardi ki. Denizde kaybolmamak olmazdi. O anda sadece ben vardim, serin sular, yildizlar ve ben. Kimseyi dusunmeden, kaygilanmadan, özlemeden, keske demeden. Nefesimin ritmi vardi, kalbimin ritmi ve dalgalarin kiyiyi oksama sesi...Olmasi gereken gibi.

Friday, August 19, 2016

IŞIĞIM

Ülkemiz çok karanlık günlerden geçiyor canım kızım. Daha önce yeterince derinlemesine araştırmadığım herşeyi çok daha fazla okuyorum. Bütün pazar gününü ve akşam saatlerini gazete makalelerine veren anneannen, deden gibi...  İnsan anne baba olunca çocuğu ile sanki tekrar doğuyor. Senin geleceğin ve tüm çocuklarımızın geleceğinin aydınlanması için dua ediyorum. Çok zaman umutsuzluğa kapılıyorum. Öfkeleniyorum. Yeterince düşünüp, okumayanlara çok öfkeleniyorum. Ama kimseden nefret edemiyorum. Kimseye kızamıyorum. Senin o hiçbirşeyden habersiz içten gülücüklerin var ya. Gözlerinden çıkan ve yüreğinin taa derinlerinden gelen IŞIK. İşte o ışık için bin kere ölebilirim. O ışığı ve masumluğu gördüğüm zaman eriyorum. O anda kayboluyorum. Önce boğazım düğümleniyor ama sonra hafifleyiveriyorum. UMUT doluyorum. İnsan çocuğundan hiçbirşey beklememeli. Çünkü çocuğu canı, ta kendisi. Anne baba ne yapıyorsa kendi canına yapıyor aslında. Yeniden doğmuş ve yeniden yaşar gibi oluyor. Kendi ölümsüzlüğünü ilan ediyor, nesli devam ettikçe.... Ve bir insan çocuğu doğduktan sonra ölü sayılabiliyor, çünkü görevini tamamladı. 
Bundan sonra görevimiz deniz yıldızı hikayesindeki gibi gücümüz yettiği kadar çok yıldızı alıp denize fırlatmak. Belki kıyıya vurmuş milyon tane deniz yıldızının hayatını kurtaramayacağız ama kurtardıklarımız için çok şey değişecek.
Öğrenciyken Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Eğitim Gönüllüleri Vakfı gibi topluluklarda çalışmış olmalıydım. Yetimhaneleri ziyaret ettiğimizde görüyoruz ki tek bir istekleri var. Onlara örnek olmamız. Manevi abla, abi olmamız. Birlikte spor yapmamız, birlikte resim yapmamız. Okuduklarımızı paylaşmamız. Bizler fedakarlık yapmadan bu kara günler aydınlanmayacak. Dünyanın acil olarak sanata, kültüre, müziğe ihtiyacı var. 

Saturday, May 28, 2016

Samimiyet

Öyle samimiyetsiz durumlar, öyle sahtelik içindeyim ki. Nasıl ihtiyacım var içten seven insanlara... Samimiyet kelimesi o kadar içi dolu bir kelime haline geldi ki benim için. Asansöre binersin gözü bantlı bi çocuk görürsün ve düşünmeden sorarsın. "Noldu senin gözüne ?" O da anlatır sana ne olduysa gözüne.... iste ben bunu büyüklere de yapabilen biriydim. Ama nedense büyüdükçe bu saf soru, delimsek nahoş bir soruymuş gibi algılanıyor. Çünkü sen tanımadığın bir insanı merak edecek kadar sevgi dolu olamazsın. Deli olmalısın. Canım dediklerine ise gercekten canını vereceksindir. Kimse anlamaz.

 Çevrende eski tarihli küçük altın getirdiniz değeri 2 tl daha az diye söylenen teyzeler varken, sen yıllardır görmediğin, senin düğününe falan gelememiş hiç bir hediye takamamış bir arkadaşın evleniyor diye 1000 km yol gidersin. 2 gün için 1000 tl masraf yaparsın. Eski tarihli küçük altınını da takar onun mutluluğu ile mutlu olursun. İşte samimi hisler böyledir kızım. Karşılık beklemez. Hesap yapmaz. Sevgide öncelik ve sıra aramaz. Her şartta sever onu. Onun sana verdiği maddi hiçbir değere bakmaksızın seversin. Bazen bakmaya doyamaz seversin, bazen bakmaya kıyamaz seversin. Bazen bakmaman gerekerek seversin. Ama her şartta için titrer sevdiğin üzüldü diye. Ve bulutlara çıkarsın o mutlu diye...
Senin en içten sevgine rağmen seni gerçekten içtenlikle seven çok az insan vardır. belki de yoktur. Ama yine de sevmek güzeldir. Ne kadar sevildiğini düşünmeden, hesaplamadan sevmek.

Bugün 28 Mayıs. Sen tam 4 yaşındasın kızım. Seni tüm içtenliği ile cok seven, karşılık beklemeyen dostların olması dileğimle...Sen sevdiğin kadar sevilesin. Ben çogu zaman sevdiğim kadar sevilmedim de...

Tuesday, May 24, 2016

Uyku2

Güzel kızım, senin o masum huzurlu uyuyuşunu izlerken çocukluğuma dönüyorum. O huzurlu, masum ve derin uykulara dalmak için neler vermezdik...

Tuesday, May 3, 2016

Zalimsin Zaman

Koşuyorum koşuyorum hiçbirşeye yetişemiyorum. Zaman öylece akıp gidiyor. Çok hızlı. Üzüleceğim şeyler oluyor, sevineceğim şeyler de... Ama hissedemiyorum. Robotlaştığımı anlıyorum. Hissetmeye vaktim olmuyor. Durup kendimi dinlemeye zamanım olmuyor. Biz bir filmin içindeyiz ve herşey kontrolüm dışında. Ben sadece nefes almak istiyorum bazen, toprağı koklamak, yada boş boş tavana bakmak... Bazen kısıtsızca, gamsızca uyumak, bazen de sabaha kadar yıldızlara bakarak sohbet (cır cır böcekleri öterken).. Bazen güneşten önce uyanmak, sabah serinliğinde dışarı çıkmak, soğuk oksijeni çekmek içime, toprak kokusu ile birlikte.

Mesela zamanım olsa eğitim gönüllülerinde çalışsam yardıma muhtaç çocuklarla. Lisedeki gibi resim yaparken kendimi unutsam. Zamanı unutsam. Dostlarımla daha çok zaman geçirebilsem. Ah o zamanı ger alabilsem ve ziyan ettiğim anları telafi edebilsem. Mesela latin dansı derslerini yarım bırakmasaydım, veya üniveriste 1. sınıftan itibaren sanayide part time çalışsaydım, ne iş yaptığım önemli değil kablo soymaktan ellerim nasır olsaydı. Perküsyon dersi alsaydım. Darbuka çalsaydım.Bir şarkıyı baştan sonra topluluk içinde düzgün söyleyebilecek ses eğitimim olsaydı. Daha çok okusaydım. Doğru insanlara daha çok sarılıp, yanlış olanları daha erken ayıklasaydım hayatımdan. 

İyi ki 'lerim de var elbet. Sevcan, Melike, Bahar, Pınar, Gökçe, Burçin iyi ki gece yarılarına kadar saklambaç oynamışız. iyi ki eve girmemek için çişimizi saklandığımız ağacın altına yapmışız. İyi ki lojman bahçesinde çember olup Mert'in, Sercan'ın gitarla çaldığı Yaşar Kurt, Düş Sokağı sakinleri şarkılarını söylemişiz :)

Hüzün kovan kuşu gelmiş,
Gecenin yanağına konuvermiş,

Taner, Burak, Gamze, Alper iyi ki her dershane çıkışı 1 saat boyunca hoplaya zıplaya bizim eve kadar yürümüşüz. İyi ki yol boyunca hiç susmamışız. İyi ki dostum olmuşsunuz.

Mehmet, iyi ki arabamızı aldığımız ilk yaz tatilimizde 15 günde 9 ayrı şehirde(yerleşkede) gün batımı izlemişiz. Bafa(Kapıkırı- bizim köy), Turgutreis (Halamız), Ölüdeniz, Kelebekler Vadisi, Kaş, Patara, Çıralı, Antalya, Kıbırs (adanın doğusundan batısına karış karış.) İtiraf et böyle bir tempoyu herkesle tutturamazdın. İyi ki bana klasik müziği sevdirdin. Sözlü her müzik nasıl insanı darmaduman edebiliyorsa, melankolikleştiriyorsa, sözsüz her müzik bana meditasyon gibi geliyor. İyi ki senin o deli zamanlarında 2000 motor bir arabamız değil de, 1.4 bir türlü hızlanmayan meganımız olmuş, focus hızlı gidiyor ama sorun yok sen baba olduktan sonra çok çok değiştin.

Mehmet, iyi ki bana o büyük uçurtmaları uçurmayı öğretmişsin.

Anne baba, benim için canınızı hiç düşünmeden vereceğinizi bilsem de hep, iyi ki kaynaklarımızın sınırlı olduğunu (siz ne kadar hissettirmek istemesenizde) hissetmişim. Yoksa herşey ne kadar anlamsız olurdu. Çabalamak ne kadar gereksiz olurdu. İyi ki bana amaçlar edindirmişsiniz.

Anne, Baba iyi ki çadır tatilleri yapmışız ve Olymposu değil turistler, Antalyalılar bile bilmezken keşfetmişiz. İyi ki, ben tarih göreyim diye bütün imkanlarımızı zorlayıp günübirlik İstanbul gezisi yapmışız. Annemin yollukları, kurabiyeleri ile kahvaltı etmişiz.

Baba, iyi ki birlikte bol bol şekerli yoğurtlu ekmek, tahin pekmez yemişiz, gazeteden çıkan ev maketlerini yapmışız, lego oynamışız, bisikletine 3 kişi binerek heryere gitmişiz. İyi ki bana kadınların erkekler kadar güçlü olduğunu, hiçbir eksiğimiz olmadığını hatta böyle bir kıyasın bahsinin bile geçmesinin çok yanlış olduğunu hissettirmişsin. Sınavlarda sınıfın en iyi notunu alamadım diye hüngür hüngür ağladığım zamanlar iyi ki önemli olan öğrenmek diye binlerce kere anlatarak rahatlatmaya çalışmışsın.  Telkinlerinin çok etkisi oldu elbet ama şartlamışım kendimi kusursuz olmaya. Patatese papapes deyip, terliklerimin düzünü tersini karıştırdığım zamanlarda yediğim azardan belki...En iyi olmazsam sevilmem mi zannettim acaba. Bazen hala canım bol bol tahin helvası, tahin pekmez istiyor. Sonra senin şeker hastalığın aklıma geliyor ve çocukken yeterince yediğim günleri hayal edip doyuyorum.

Anne, iyi ki bana aynı hikaye kitabını hiç bıkmadan defalarca okumuşsun (Tilki ile Ayı ). İyi ki merdiven çıkarken sayı saymayı öğretmişsin. İyi ki sokaklarda çamur oynamama, tükürükten pasta yapmama izin vermişsin. (Keşke mutfakta da pasta denemelerine devam etseydim. Sanki üniversite sınavı hayatımın tek anlamı gibi olmasaydı.) İyi ki bana dua etmeyi öğretmişsin. Herşeyden daha büyük bir bütünün (Allahın) parçaları olduğumuzu anlatmışsın.

Dede, Babanne iyi ki beni pancar ve buğday tarlasına götürmüşsünüz. Yoksa yediklerimizin nasıl bir emekle sofraya geldiğini hiç bilemezdim. Toprağın kutsallığını anlayamazdım.

Güven, iyi ki köydeki balya balya samanların en tepesine çıkarmışsın beni.

Pınar, birlikte en çok güldüğüm, kardeş bildiğim.Kemerde denizden 200 metre açıkta, gülme krizimiz geçmediği için gerçekten boğuluyorduk.

Teyzem, yarı anne, yarı abla, yarı arkadaşım. Sırdaşım. İyi ki varsın.


Saturday, April 23, 2016

uyku

En son ne zaman bu kadar uzun uyudum hatirlamiyorum. Belki de hic. Cunku ben hep zor uyuyanlardandim. Simdi ise uyanip uyanip tekrar... Belki 15 saat... En huzurlu yer Ipek Ecenin yani.Bahar kokan kızımın yanı. Uyaniyorum bi kaygilaniyorum, camdan yasemin kokulari geliyor. Sakinlestirici gibi, tekrar daliyorum. Bedenimize kulak versek herseye bi care uretiyor. Kimbilir nereleri iyi etmeye calisiyor.
simdi hatirlardim.
İpek eceye hamileyken de boyle uzun uyudum...

Monday, April 18, 2016

canal du midi

17. Yuzyilin insaat harikalarindan sayiliyor. La garoonne nehrinin tasmalarini onlemek icin yapilmis Atlas Okyanusu ile Akdeniz arasinda boylu boyunca tasimacilik icin kullanilan ve donemi icin teknoloji harikasi.
Fransizlarin sehirinde, yemeklerinde, kadinlarinda hep bir dogallik arayisi var. Bu kanal da ayni sekilde sanki sehrin ortasindan gecen dogal bir nehir, caymis gibi. Etrafinda banklar, beton duvarlar falan yok. Sanki Toulouse gibi bir sanayi sehrinde degil de köyünüzdesiniz. Kanalin etrafi yesillik, iri agaclarla kapli. Hatta agaclar yer yer birleserek tunel olusturmus. Ama sanki insan yapisi degilmis de Allahin deresiymis...
Boat kiralayip sehirler arasi seyahat eden turistler oldugu gibi yuk tasimaciligi da yapiliyor bu kanalda. Canal du midi= iki denizin kanali
Kanal boyu herkes kosuyor yada bisiklete biniyor. O yuzden bank falan yok :)

Monday, February 29, 2016

48 saatte Zürih-1

Hani bir geziye tatile çıkmadan önce zaten motive ve heveslisinizdir de ne görseniz etkilenirsiniz ya. Bu sefer öyle olmadı. Sadece hava değişikliği olsun, eşim toplantıdayken otelde oturayım kahve içip kitap okuyayım niyetindeydim. Gene olmadı. Normalde puslu, sisli olan hava benim için güneşli oluverdi. 
Şöyle bir nehir kenarından göle çıkayım, göl kenarından meşhur alışveriş caddesi Bahnhof St.'e oradan tren garına ring yapayım derken günde yaklaşık 15 km yürümüşüm. İpekcik bu sefer hem hava koşullarından, hemde yolculuğun kısa olmasından dolayı evde kaldı. Ama orada gördüğüm her çocukta benimleydi aslında... Şimdi Zürih'in tarihi turistik yerlerini falan anlatmayacağım. Bunlar basitçe tripadvisorda yazıyor zaten. Zürihte en çok etkilendiğim manzara Uetliberg tepesinden Alpleri izlemekti. Fotoğraf makinası ile gözün gördüğünü çekemedik.  Biraz daha teknik çalışmam lazım. Dağlar gerçekten görkemli. Tepeye S10 treni ile şehir merkezindeki Zurih Hapbahnof (İstasyondan) 25 dakikada çıkılıyor. 24 saat geçerli ve 2 kişilik tren bileti 24 frank. Bir kere en ücra köşelere kadar, dağlara, bayırlara çıkan (birden fazla yönde) demiryolu hattının olması çok etkileyici. 7 den 70 e herkesin sırtında kayak takımı ile trene binmesi, çocukların kendi sırt çantasını kendisi taşıması çok etkileyiciydi. 800 metre yüksekliğinde Uetliberg tepesine çıkarken yakın kasabalardan birinden gelmiş ve koşarak tepeyi tırmanan bir kız gördük. Bisikletli zaten gırla... Kar bisikleti var adamların.
Gelelim Zurih Gölüne, gölde hem çok iyi bir yolcu taşımacılığı var. Yine 1-2 ring değil. küçüklü büyüklü bütün mahalleleri network gibi birbirine bağlayan birsürü ring. Çeşme suları içiliyor, göl pırıl pırıl, kuğular ördekler yüzüyor. Yazın insanlar yüzüyor. Göl kenarındaki evlerin tamamının teknesi var. Kanoculuk kulüpleri var. Fransa ve diğer pek çok Avrupa ülkesinin aksine mütevazi filan değiller. Mesela Paris Modası falan derler ama Fransızlar genelde salaş giyinir, hippisi, ressamı, saçlar dağınık, kemik gözlük.... En fazla boynuna hoş bir şal bağlar. Hepsi o. Ama bu İsviçrelilerde alışkın olmadığım bir gösteriş durumu var. Gerçekten çok zenginler. Upuzun kürkler, deri özel çantalar, Prosche lar... Kişi başına düşen milli gelir Norveçten sonra Avrupanın en büyüğü. Norveçi görmedim ama baltık ülkelerinde gösteriş olmaz derler. Dünyanın en zengin insanı olup volvo ile gezdikleri söylenir.
Gelelim güvenlik ve çocuklardaki özgüvene; yine bir tren istasyonunda kenardaki tek katlı evlerden birinden 4 küçük çocuk çıktı. En küçüğü 3, en büyüğü 7 yaşında sırtlarında sırt çantası okul yolunu tuttular. Başlarında ne anne, ne baba... Bu başıboş bırakmaktan değil. Tamamen ortamın güvenli oluşundan ve çocukların sorumluluk bilincinden. Ufaklık yerdeki bir çiçeğe takıldı, bakmaya başladı. Bir boy büyük döndü kardeşinin başını bekledi, sonra diğeri, sonra diğeri sırayla arkasına baktı. Ufaklığın incelemesinin bitmesini beklediler. Ve tekrar koyuldular yola. Ufaklığa hadi demediler, kolundan çekmediler, bırakıp gitmediler... Hayranlık, şaşkınlık içinde bakakaldım. Dövmeli, saçının yarısı kazınmış 24-25 yaşlarında bir oğlan çocuğu, adam veya baba elinde bebek arabası, yürüyüş yapıyor, bir eliyle bebeğinin başını okşuyordu, muhtemelen uyutmak için... Çocuk huzurla yatıyor. Trende yeni yürümeye başlamış bir çocuk, anne baba karşılıklı koridorda dikilip, elinden tutmadan ama "ihmal de etmeden" gözetlediler, arkaladılar... İşte ilgi buydu. Yürümesine izin vermek ama arkasında kalmak, kollamak.
Son olarak uçakta yan koridorumda oturan 70 li yaşlarında 3 dede. Yol boyunca içtiler, güldüler, eğlendiler. Muhabbet, kahkaha ve sağlıkları kıskandıracak boyuttaydı.

Hayran kaldım mı, kaldım, bize öfekelendim mi, öfekelendim. Ama yine pırıl pırıl güneşi görünce, bahar kokusunu alınca. "Home Sweet Home" dedim.

Saturday, February 13, 2016

Boyle Bir Günümüz Olsun

Bir bahar günü istiyorum. Hava 28 derece. Toprak ılık. Gunes isitiyor ama yakmiyor. Gökyüzü mavi ama uc bes bulut da yok degil. Bozkirlardayiz. Denize bakar gibi tarlalara bakariz.  Yeni yesermeye baslamis otlar....Minik minik kır çicekleri...Ufuk cizgisinde gözlerimiz dinlenir. Sonra toprak yatagimiz olur. Gökyüzü de penceremiz.

Nazimin Bir Siiri Vardi Hatirladigim kadariyla;

Bugun pazar,
Bugun beni ilk defa günese cikardilar,
Ve ömrümde ilk defa gökyüzünün
benden bu kadar uzak,
Bu kadar mavi,
bu kadar genis olduguna sasarak kimildamadan durdum.

Sonra saygiyla topraga oturdum,
Dayadim sirtimi duvara,
Bu anda ne dusmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne karim, ne hürriyet,
günes, toprak ve ben....



Thursday, January 28, 2016

En Basit Anlatımıyla Karadelik Nedir ?

Yüzlerce, binlerce güneş büyüklüğünde bir kütlenin 1-2 km çapında bir alana sıkıştığını düşünelim. Bu büyük kütlede yoğunluğundan dolayı öyle büyük bir çekim alanı var ki kendine gelen foton parçacıklarını (yani ışığı bile yutuyor). Ve bu nesnelerden evrenlerde bir sürü var... Yine Einstein izafiyet teorisine göre bu kütlelerde zaman matematiksel olarak duruyor. Bu sebeple interstellar (Yıldızlar Arası) filmindeki gibi karadeliklerin paralel evrenler arasında geçit olarak kullanılabilmesi teorisi geliştiriliyor. Ve bu nesnelerden (gerçekten de somut ve devasa nesneler) bir çok var. Bildiklerimiz ve bilmediklerimiz... İşte o zaman insanoğlu ve dünyası toz zerresi oluveriyor. O zaman diyoruz ki biz bu kadar önemsiz olamayız. Daha büyük bir bütünün parçaları olmalıyız. Bu süreçte fani dünyamızda aşkı arıyoruz. Kendimizi daha değerli kılmak istiyoruz. Daha büyük bir parçamız varmış zannederek... Tam da bu noktada inanma ihtiyacımız doğuyor. Su gibi bir ihtiyaç. İşte o ait olduğumuz büyük parçaya da Allah diyoruz.

Bu ara meraklıyım çok. Merak ne kadar da değerli bir itki, bir motivasyon ama NEYİ merak ettiğimiz çok çok önemli. Merak ettiğimiz şeye dönüşüyoruz, çünkü onun için çabalıyoruz... Mesela bugün ne giysem programında kimin birinci geleceğini merak edersek. O izlediğimiz kadınlara dönüşmemiz kaçınılmaz.

Tuesday, January 19, 2016

Hesaplaşma (Otobiyografi)

Çok uzun yıllar çevremdeki herkesi kendimle "bir tuttum". Bu hem onları sevip, samimiyet hissetmekle ilgili bir "bir tutmaktı" hem de davranış, karekter olarak da aynı zannetmekti. Birisi daha az konuşkan, birisi daha somurtkan , birisi daha az hareketliyse uzaydan gelmişti sanki. Yada bana özel bir kastı vardı. Yeni anlayabildim, herkesin çok farklı renklerde olabileceğini, bunlardan hiçbir anlam çıkarmamak gerektiğini, olduğu gibi kabul etmek gerektiğini... Çünkü kendisi de değişiyor insan. Yaşadıkça, denedikçe, yanıldıkça, bambaşka birisine dönüşüyor.Ama bazı şeyler var ki 80 yaşına da gelsen belki değişmeyecek ve o bazı bizi biz yapan şeyler... 

kimim ki ben ;

  • Yazmayı öğrendiğim ilk yıl günlük tutmaya başladım. Bir çok günlük defterim oldu. Hepsi utançtan (kendi devinimimi görmekten mahçup) çöpe gitti..İnşallah bu blogu da kaldırmam.
  • Aklımın erdiği en küçük yaşlarda (3-4 yaşlarımı hatırlıyorum) pencereden diğer evlerin ışıklarına bakar insanların hayatı nasıldır diye merak ederim. (Dikizci gibi değil ama :))... Şimdi de dünya tarihi ve siyaseti gibi toplumsal konulara çok meraklıyım. 
  • İlkokulda serviste 2 kişi kavga ederdi, ben ağlardım. Böyle insanlara "empat" deniyor. Dünya meselelerine fazla kafa yoran, herkesin acısını içinde derinden hisseden...  (Zamanla bu duyarlılık azalıyor tabi, bencilleşiyor insan ama gene de kendimi bencil diye yargılarken çevremdekilerden bendeki empatinin yarısını beklesem çok şey istemiş oluyorum.)
  • Bebeklikten çok hareketli olduğum söylenir. Şimdi de yürümediğim günler huzursuz oluyorum. Yürümeyi severim, karda, yağmurda, rüzgarda ve baharda... 
  • Kolay seviyorum, çabuk affediyorum, hemen inanıyorum, hayır diyemiyorum. Ve evren insanı hep en zayıf noktasından vuruyor. Hep o noktadan sınava sokuyor. Geçersen tekamül var sonunda. Geçemezsen sınavın tekrarı... Tekrar tekrar tokatlanıyorsun. Tekrar ve tekrar....
  • En büyük hayalim dünyayı gezmekti. Eh yavaş yavaş o da olacak gibi. Gezerken sanki cennetteyim. Mesela;
    • Başka ülkelerideki insanların da aşık olduğunu, evlendiğini, çocuk sahibi olduğunu,
    • Ayyaşlarının ingilizce konuştuğunu(Polonya),
    • Bayılacak kadar içtikleri halde saygılı olabildiklerini (Çek Cum.),
    • Kadınların kamyon şöforlüğü yaptığını (Litvanya),
    • Gelin kaynana sorunlarının bile olabildiğini (Almanya)
    • Bir şehirde neredeyse herkesin tekne sahibi olabileceğini (Kopenhag/ Danimarka)
    • 400 yıl önce sıradan bir öğretmenin evinde masif mobilyalar ve piyano olabileceğini (İsveç/ Stockholm) (Ki Türkiyede 150 yıl öncesi benim büyük anneannem için divanın lüks sayıldığı dönemler...)
    • Herşeyin doğalı, organiği diye takıntı yaptıklarını (Fransızlar) bilmek çok güzel.
      • Baltık denizinde beyaz geceleri görmek ve Talinde İran Somonu yemek, şehir içinde sincapların gezinmesi, masalsı şatolar, gözlem kuleleri... iyi ki görmüşüm onları.
  • Bodrum katlarda nefes darlığı yaşarım. Denizde dalmayı bilirim ama 1-2 metreden fazla dalmam. (Tüplü dalış denememde tüpü çok çok soluyup soluyup oksijen sarhoşu olmuştum. Sözde nefes yetmiyor. Doğum travması mıdır nedir ..)
  • Eleştiriye kapalıyım demek haksızlık olur ama çok açık da değilim. Hemen savunmaya geciyorum
  • Sevgi, ilgi arsızıyım. (Bu durum yaşla azalıyor.)
  • Aferinciyim, tamam efendimciyim. 
  • İtiraz edip, tartışmak için çoğu zaman yeterli gücü bulamıyorum kendimde. (Bu da yorgunluktan olabilir.)
  • Maymun iştahlıyım.
  • Uzun süre masada sandalyede oturamıyorum. (Zamanında fazla ineklemekten sanırım.)
  • Kolay kahkaha atamıyorum. (Düğün Dernek tarzındaki kaba güldürüye hiç gülemiyorum.) Kahkaha atabildiğim Cem Yılmaz, Ata Demirer stand up ları var.
  • Dağınık ve sistemsizim.
Ah ah hadi rehber hocalar şimdi yapın şu yetenek eğilimi sınavlarını. Artık birazcık kendimi tanıyorum.

Wednesday, January 13, 2016

Kızımın 2. Tesellisi

Babasının annesine sesini yükselttiğini duyan İpek;

- Annee sen bu odada kal, ben bi babama gözükeyim.
- Neden Kızım ?
-Çünkü ben çok güçlüyüm. O bana bişey yapamaz.  // Çıkar ve arkasından kapıyı kapatır :)

Kızımın İlk Tesellisi

BEN: Aaa İpek kek gene dağıldı kızım. Tüh. Düzgün çıkmadı kalıptan.
İPEK: Olsun Annee. Her zaman şekli güzel olması gerekmez. Tadı gayet güzel.